2 Aralık 2014 Salı

Bosna Hersek_Saraybosna_ Mostar_ Hüznü Güzelliğinde Gizli

Neden Bosna? _ Saraybosna’ya ve Mostar’a Gitmek için 10 Sebep

Balkanlar sevdamın sönmemiş olması, Balkanlar rotamın tamamlanmamış olması, vizesiz gidebilme lüksü, 4 günlük Bayram tatilini geçirmek için ideal bir yer olması, arkadaşımın anne tarafından Boşnak olması ve memleketini merak etmesi, Osmanlı ve Yugoslav izlerinin cazibesi, “cevapi ya da cevapcici” dedikleri köfteyi ve közlenmiş kırmızı biberden yapılan “ajvar”ı yeniden yemek arzusu, Mostar köprüsü romantizmi, 1990’larda Avrupa’nın göbeğinde akıl almaz insanlık suçlarına maruz kalmasının derin hüznü ve güzel Saraybosna’nın güzel insanlarıyla tanışmak isteği beni Saraybosna’ya götürdü.


Mostar Köprüsünden
Kuşbakışı Sarajevo


Balkanlardan Gelen Soğuk Hava Dalgası

Sabah havaalanında tanıştım Saraybosna’nın Balkancasıyla Sarajevo… Yeni bir kelimeye alışmaya çalışırken birden çılgına döndürdü kafamdaki bir deli soru beni. Hava Ekim’de tabi ki soğuktur da acaba 55 Fahrenheit kaç Celcius’tur? Celcius eşittir Fahrenheit eksi otuz iki bölü bir nokta sekiz. Sarajevo’da bulutlu ve 13 derecelik bir hava karşıladı bizi. Eee tabi karşılama komitesi bu kadar değildi. Kiraladığımız apartman dairesinin sahibi ve minik oğlu Adrian bizi havaalanından alıp güzel arabalarıyla ünlü Başçarşija’nın göbeğindeki 4 gecelik yeni evimize, ApartmentsProtin Sokak’a götürdü. Böylece bir Balkan seyahatine daha prensese bağlayarak başlamış olduk.
55 F = 13 C
Sarajevo Sokakları

Ev sahibinden aldığımız malumat doğrultusunda üst komşularımızın da Türkiye’den geldiğini öğrendik. Yine Balkanlar yine Bayram yine Türkler… Balkanlarda bir bayram klasiğiyle bir kez daha karşı karşıyaydık işte. Bu bilgiyi bir kenara not ederek şehirde gezmek için kendimizi sokağa attık. Yoldan gelmiştik açtık, bir şeyler yememiz gerekiyordu. Önceden edindiğimiz tavsiyeler doğrultusunda Dveri isimli lokantayı aramaya koyulduk. Ama arayamadık. Çünkü restoran hemen evimizin kapısının sol çaprazından bize bakıyordu. İçerisi harika döşenmişti ve söylediğimiz her yemek çok ama çok ama çok lezzetliydi. Ekmek istediğimizde gelen sıcacık ev yapımı poğaça kendimizden geçmemize neden oldu. Bu güzel yemek, güzel ev yapımı kırmızı şarap eşliğinde anılarda yerini aldı.




Güveç ile bir tür şinitzel
Yemekten sonra başladık sokakları arşınlamaya. Ne kadar da Osmanlıydı her yer. Sebij dedikleri çeşme, camiler, hanlar, kahveler, nargile içilen dükkanlar, her yerde buram buram köfte dumanları, ayran diye tabir ettikleri sıvı yoğurt ve dizi dizi bürekçiler… Tüm bu manzaraları seyrederek Saraybosna’nın İstiklal Caddesi Ferhadiye’ye kadar geldik. Ferhadiye caddesinde karşılıklı olarak mağazalar, cafeler, sonlara doğru da katedral ve katliamda hayatlarını yitirenlerin anısını yaşatan “sönmeyen ateş” bizi selamladı. Hava soğuktu ama sokaklardaki masalar sandalyeler henüz kalmamıştı. Belki de hiç kalkmayacaktı. Adamlar bizzat Balkanlarda yaşıyor zira. Soğuk komaz onlara.








Ferhadiye caddesinde öyle bir nokta vardı ki sol tarafı minik bir parkın içerisinde satranç oynama alanına, sağ tarafı ise Srebrenica sergisine bağlanıyordu. İlk günümüzdü, satranç bizi kendine çekti. 10-15 amca yerdeki bir satrancın başında, filleri, piyonları kucaklayarak sırayla ve büyük ciddiyetle oyun oynuyorlardı. Bir süre onların hevesini, kafa karışıklıklarını, heyecanını izlemek suretiyle şehrin ruhunu damla damla içimize çektik.




Yorgunluk Kahvesi

Üşüyüp girdiğimiz bir kafede yine bir Balkan klasiği koca bir sigara dumanı bulutu karşıladı bizi. Dumanları savuşturunca, sesleri de ayırt etmeye başladık, bir de ne görelim, kafe silme Türk dolu. Mekanın kalabalıklığı Türk tur grubundan kaynaklanıyormuş. Bir adım dahi atmaya mecalimiz olmadığından mecbur oturduk. Menüde hem Türk kahvesi hem de Boşnak kahvesi vardı. Günün anlam ve önemine uygun olsun diye “Bosna kahva” söyledik. Bir minik bakır cezve, bir fincan ve bir kap kırtlama şeker eşliğinde yapılan sunum çok etkileyiciydi. Bir cezveden yaklaşık iki fincan kahve çıkması da ayrıca mutlu etti beni. Üzerimize sinen sigara kokusu ve ağızlarda kalan hoş kahve tadıyla oradan ayrıldık. Burada bir not düşmek isterim: “Bosna Kahva” fal bakımına uygun değildir zira fincanı kapatabileceğiniz bir fincan altı yoktur.



Sarajevo’da Bayram Başkadır
                           
Bayram sabahına uyandık, Ajvar, zeytin, yumurta, peynir, ekmek ve % 100 doğal greyfurt suyu eşliğinde harika bir kahvaltının ardından biraz muzırlık yapmak üzere Türk üst komşularımıza bir bayram notu yazmaya karar verdik. “Geldik bulamadık, iyi bayramlar…” konulu notumuza cevap gelecek miydi? Komşularımız kimlerdi? Komşulara yakalanmadan notu kapılarına bıraktık ve kaçtık.

Bayram Notu

Dışarısı festival tadındaydı, inanamadık. On beşinden doksanına kadar tüm erkekler takım elbiseliydi, kadınlar ise ölümüne bakımlıydı. Tüm Boşnaklar bayramlıklarıyla sabahın erken saatinden itibaren sokaklarda gezmeye başlamıştı. Adeta şehirde büyük bir balo vardı.

Bayramın ilk günü ne yapılırsa biz de öyle yaptık. Şehirdeki tüm mezarlıkları ziyaret ettik. Çok dokunaklıydı. Hem kavuklu eski Osmanlı mezar taşları vardı hem de yenileri. Yenisiyle eskisiyle tüm Bosnalılar beraber koyun koyuna yatıyordu. Bosna’nın babası, en muhterem devlet başkanı Aliya İzzetbegoviç’in mezarında karşılaştığımız dede bu kasvetli, üzüntülü havayı biraz olsun dağıttı. Türkçe konuştuğumuzu duyunca yaklaştı, nereden geldiğimizi sordu ve sonra bizi hiç dinlemedi. Başladı anlatmaya, İstanbul - Antalya süper! Tatil süper! Sarajevo çok iyi! Bayram şerif mübarek olsun dileklerimizi karşılıklı ileterek canım dedemle bir şekilde vedalaşmayı başardık.


Sokaklarda az daha dolaştıktan sonra bir parça dinlenmek üzere evimize doğru yola koyulduk. Evde Balkan müzikleri eşliğinde çekirdek çitlerken birden kapı çaldı. Göz göze geldik arkadaşımla, anladık ki sabahki bayram notu bir şekilde bize dönmüştü. Neyle karşılaşacağımızı bilemiyorduk ama en paçoz halimizde olduğumuz kesindi. Pijama terlik stayla kapıya yöneldik. Kimdi gelen? Biscolata? Eğer öyle ise pijamalarla hiç şansımız kalmamıştı. Umutlar, hayaller heyecanlar bir anda yarım kalduı. Kapıda iki kız çipil çipil bize bakıyordu çünkü. Biz ne kadar şaşkınsak ve karışıksak onlar da bir o kadar mutlu ve netti. Notumuza çok sevinmişler. Biz de onların sevindiğine sevindik, şaşkınlığımızı attıktan sonra tabi ki. Bu bayram gününde gurbet ellerde iki Türk ekip tanıştık bayramlaştık. Komşuluk ölmemiş işte…      

 Acı Günler

Bu kez yol bizi Ferhadiye caddesinin sağ tarafından Srebrenica sergisine götürdü. Sergi alanında izlediğimiz belgesel tüyler ürperticiydi. Srebrenica katliamını, hiç dinlememiştim daha önce. Sayılar, istatistikler söz konusu değildi artık. Sesler kalbime dokunuyordu, gözler içime işliyordu, hikayeler canımı acıtıyordu. Oğula, kocaya, eşe söylenen son sözler, son bakışlar, son sarılmalar ve de hiç dillenememiş haykırışlar, isyanlar... Duvarlardaki fotoğraflara ancak göz ucuyla bakabildim. Bir an önce oradan kaçmak istedim. Sergiden çıkarken başka biriydim sanki. “Unutma!” yazıyordu fotoğrafların birinde. Artık aklımda bir soru daha vardı. Unutmak mı yoksa unutmamak mı daha iyi?








Mostar

Bosna demek biraz Sarajevo en çok da Mostar demek. Mostar gözümün ışığı, ruhumun canı, kalbimin ağrısı… Yıllardır aşkla gitmeyi düşlediğim Mostar yalnızca iki buçuk saat uzağımdaydı. Otobüse bindiğimiz gibi Mostar’ın yolunu tuttuk. Yine kuşlar ağaçlar, yemyeşil dereler, ovalar, tepeler, bin bir renkli doğa eşlik etti bize yol boyunca. Mostar ise tam bir efsaneydi. Tüm hücrelerimde hissettim Mostar’ı. Köprünün taşları, taş sokaklar, taş evler, nehrin suları sarıp sarmaladı beni. Köprüden atlayan adamıyla, tablo satan esnafıyla, dantel ören kadınlarıyla, köftesiyle, birasıyla, dokusuyla, rengiyle, nehriyle, kutu gibi evleriyle, hüznüyle, vakurluğuyla, asaletiyle yine geleceksin buraya diye kulağıma fısıldadı. Dönmek istemedik ama mecburduk. Çok karışık duygularla, daha gitmeden özlemle ayrıldık Mostar’dan.
Yol boyu uyumuşuz. Muavin bizi uyandırdığında otobüste kimsecikler yoktu. O an yıkıldık. Uyku sersemi muavine sordum amca bura Sarajevo, öyle değil mi? Adam dedi Tuzla. Şaka mı bu dedim. Amca hiç de şaka yapar gibi değildi. O kadar yorgundum ki Tuzla’da bir otel bulup uyumak acil durum planlarım arasında en parlak olanıydı. Ya da canımızı dişimize takıp tekrar Sarajevo’ya gitmenin bir yolunu bulacaktık. Gayet üzgün bir şekilde montları giyip eşyalarımızı toparlarken amca kahkahayı koyverdi. Dedi bura Sarajevo. Amca dedim Allah da seni bildiği gibi yapsın. Önce eşeği kaybettik sonra bulduk. Böylece hem ayıldık hem de halimize şükrettik. Hemen tramvay durağına gidip Başçarşija tramvayını beklemeye koyulduk. Bir anne ile 5 yaşlarındaki kızı da bizimleydi. Küçük kız başladı bize gülmeye. Ama teker teker gelin yahu. Bizim de sinirler gevşedi haliyle. Son yorgunluk izlerini de küçük kızın kahkahasıyla silmiş olduk. Mutlu mesut evimize döndük.


Makedonya’dan Arkadaşlar

Tam bir sene önce Makedonya’ya giderken yolda kaldığımızda Tiran’da tanıştığımız, beraber araba kiraladığımız, bizden yardımlarını esirgemeyen centilmen Türk arkadaşlarla Bosna’da yeniden karşılaştık. Türkiye’de hiç görüşemezken yollarımız bir günlüğüne de olsa yine Balkanlar’da kesişmişti. Onlar da bayram tatili için Sarajevo’yu tercih etmişler. Bu sefer önceden haberleştik. Sabah kahvaltısı için Bürekçide buluştuk. Sarajevo müzesine ve Ferdinand’ın vurulduğu Latin köprüsüne gittik. Oradan da doğruca savaş sırasında hayatta kalmak için gizlendikleri, gıda yardımı alabildikleri ve güvenli bölgeye gitmenin tek yolu olan savaş tünellerini ziyaret etmek için Ilıca’nın yolunu tuttuk. Tramvayla Ilıca’ya vardıktan sonra taksiyle Savaş Tünelleri’ne gittik. Yine bir miktar hüzün ve yine çeşitli sorular benimleydi. Tünel’den ayrılırken Ilıca’ya gitmek için debelenirken bir abiyle tanıştık. Bosna savaşı sırasında yemek ve cephane taşıdığı kamyonetini bize gösterdi.  Sonrasında acıklı ve aynı zamanda heyecanlı birkaç hikayesini anlattı. Zamanının çılgın ve korkusuz şoförü arkadaşımız oluverdi. Bizi Ilıca’ya kadar bıraktı. Yolda da bol bol hayata dair nasihatlar etti bize. O kısımlar çok eğlenceliydi. Sırayla her birimize fütursuzca yüklendi. Çünkü adam yaşlarımızı duyunca irkildi. Ona göre kızlar acilen evlenip bebek doğurmalıydı. Beyler ise acilen kız arkadaş edinmeliydi. Bizim abi zamanında nasıl direndiyse biz de abiye direndik. Konuyu bir şekilde kapattık. Zaten Ilıca’ya gelmiştik bile. Ilıca’da hem abiden hem de centilmen arkadaşlarımızdan ayrıldık. Bir sonraki karşılaşmamız kim bilir nerede ne zaman olacaktı.       





Dönüş

Son günümüzde arkadaşımızın blogunu okuduk. Gezmelerdeyim.com. Sarajevo’da görmediğimiz yapmadığımız bir şey kalmasın diye. Her şeye tik attık ama bir şey hariç: kuru et Stelja. Onun satıldığı Pazar, biz her gittiğimizde kapanmış oluyordu. Bu sefer son dakikada yakaladık ve o enfes pastırma Stelja ile sucuk alma fırsatını yakaladık. Marketten de ajvar ve bir şişe Bosna şarabını alarak çantamda dönüş için hiçbir eksik bırakmadım.

Dönmeye dönüyorduk ama güzel Sarejova’ya veda etmek içimizden gelmiyordu. Yazın gerçekleşecek Sarajevo film festivali için yeniden gelmek üzere yeşil tepelere, Sebij’le, Başçarşiya’ya, güvercinlere, Latin Köprüsüne, şehirden geçen nehire, gittiğimiz gün yüzünü göstermeye karar veren güneşe, dumanı tüten Bosna kahvesine söz verdik.


Faydalı Bilgiler

Sene Ekim 2014

Transfer 10 Euro.

Apartments Protin Sokak’ın geceliği 40 Euro.

11’de gitmeli 18’de dönmeli Mostar biletimize git gel kişi başı 30 Euro verdik, Otobüse otogardan bindik. Otogara ise tramvayla gittik.

Günü bitirirken ise gençlerin takıldığı yerlere uğramayı es geçmedik. Sarajevo’yu gecesiyle gündüzüyle yaşamaya ant içmiştik adeta. Bu yolda Cheers Pub, City Pub ve bira fabrikasının barı sevdiğimiz mekanlar arasında yerini aldı tabi. Ama ille de bira fabrikası. Görmeden dönmeyin.

Hikayede geçen lokanta Dveri’ye mutlaka gidin. 

Köfte her yerde var zaten.

Sokakta satranç oynayın, ya da oynayanları izleyin.

Kuru et stelja ve sucuk alın.

Börek pişirilen fırınlar çok özel, fotoğraf çekmek isteyenlere duyurulur. Ama börekte pek bir numara yok. Annem de çok güzel börek yapar.

25 Ekim 2014 Cumartesi

ilahi tesadufler ve aynalar

Birgün yolculukta tanistigim biri dedi ki aynalar cok mühim insanin kendisini gormesi bilmesi kendi dogrusunu yanlisini anlamasi için. Her uzgun oldugunda her mutlu oldugunda aynaya bak. Dedi ki dunyadaki en onemli sey de inanctir, once kendine inanacaksin. Inandığın şeyleri yapacaksın, inandığın şeylerin üzerine gideceksin, inandığın şeyleri bırakmayacaksın. Ekledi dogruyu bulabilmemiz icin once yanlislarla tanisiyoruz. Yanlislardan ders aliyoruz. Ve bir siir okudu baglanmak uzerine. Renklere baglan dedi, gokyuzüne gökkuşağına baglan. Kimseye baglanma dedi. Ne de guzel dedi. Ilahi bir guc idi bizi buluşturan. Ilahi sozler dökuldu dudaklardan. Iyi dilekler dilendi ve umutlar yesermeye birakildi. Kendine inanacaksin diye ant icildi. Bugun baslayacaksin hayata yeniden diye söz verildi.


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…


22 Ekim 2014 Çarşamba

Üsküp - Skopje


Üsküp ---- Arnavutluk_Makedonya_Kosova_ Ekim 2013_Bölüm 5

Üsküp’e vardığımızda çoktan karanlık olmuştu. Işıl ışıl sokaklar, köprüler, ışıklandırılmış bir sürü heykel karşıladı bizi. Doğaçlamayı bir yaşam biçimi olarak hayatlarına zerk etmiş bu iki kişilik ekipten önceden otellerinin adresini yanlarına almaları beklenemezdi. Otogarda birilerine sorardık değil mi? Sorduk da. Çekinmedik. Ama aldığımız cevapla yıkıldık. Otelimizin adını söylediğimizde düşen suratlar vardı çevremizde. Neden böyle olmuştu. Adres sorduğumuz adamların anlattığına göre otelimiz biraz ünlüymüş ama iyi anlamda değil. Bize yakıştıramadılar oteli kısacası. Adamlar o kadar dehşet içindeydiler ki gerçekten biz de o otelde kalmak istemedik.  Türkçe bilen Arnavut taksicimiz kalabileceğimiz başka otellere götürdü bizi sağ olsun ama baktık baktık hiçbiri içimize sinmedi. Vakit de ilerliyordu daha akşam yemeği yiyecektik. Biz en iyisi ünlü otelimize gidelim dedik. En kötü ertesi sabah erkenden çıkar giderdik başka yere. Taksiyle ufak bir şehir turundan sonra meşhur Laki otele geldik.  Geldik de ne görelim otelin tabelası yanarlı dönerli. Laki Laki Laki diye bize yeşil mor kırmızı göz kırpıyor. Resepsiyondaki ablanın leopar desenli elbisesi, sarı yukardan bağlanmış dalgalı saçları ve kırmızı rujlu dolgun dudakları tüm anlatılanları gerçek kılıyordu. Arkadaşımla göz göze geldik, tedirgin adımlarla resepsiyona doğru ilerledik. Taksicimizin olay mahalini terk etmesiyle yapayalnız kalmıştık. O andan sonra kısa ve net cümlelerle konuşma hali geldi bana. Abla kayıt yapmak için pasaportlarımızı istedi, uzattım kararlı bir şekilde “take” dedim. Booking.com mu dedi. “Yes” dedim. Düşünceli şekilde hımmmmm dedi, başka listeye göz attı, arka sokaktaki binada yer alan odamıza yerleştircez sizi dedi. “Ok” dedim. Bu taraftan gelin dedi. “My passport??” dedim. Kayıttan sonra yarın sabah alırsınız dedi. “Why???!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!”  dedim. Orda nasıl bir “why” dediysem ve gözlerimden nasıl ateşler çıktıysa arkadaşım dahil lobideki herkesle beraber bizim leoparlı abla da benden korktu ve kelimenin tam anlamıyla bir adım geri attı. Sonra benim dilim çözüldü. Ben pasaportumu “şimdi” istiyorum, bana baksana sen, sen bu gözü görüyor musun, ben sana pabuç bırakır mıyım beeee tadında arıza çıkardım. Direndim. Kazandım. Booking.com cuların kaldığı kalbim kadar temiz binamıza doğru elimizde pasaportlarımızla beraber ilerlerken yanar döner tabela çoook gerilerde kaldı. Sessiz sakin huzurlu odamıza geldik, her şey yoluna girmiş, tatlıya bağlanmıştı. Sonraki günlerde anladık ki bizim otogardaki abiler fazla hassas, resepsiyondaki abla da fazla rüküşmüş. Olaylara, kazaya belaya şahit olmadık, bulaşmadık. Yine de gece yatarken kapının önüne sandalye çekmeyi ihmal etmedik.

Yemek yemek üzere meydana indik. Şarap festivali vardı şansımıza. Bir sürü insan gelmişti, tüm Üsküp oradaydı adeta. Sahne kurmuşlar, müzikli, yemekli, eğlenceli açık hava festivali bizi sardı sarmaladı. Taş köprü bütün ihtişamıyla manzaramız dahilindeydi. Kulağımızda müzik, etrafımızda Üsküplüler, etrafımızda çeşit çeşit heykeller, midemizde sıcak yemek ve dudaklarda “Tikveşli” marka şarabın tadı… Daha ne olsun.

Üsküp’te akılda kalan mekanlar şehrin biraz dışındaki Matka Kanyonu, şehir merkezindeki Makedon Tarihi Müzesi, Yahudi Soykırımı Müzesi, Tiyatro binası, Taş Köprü, Kale, Osmanlı camileri, hamamı, Müslüman taraftaki Bit Pazarska ve dar, Arnavut kaldırımlı sokakları olan eski Osmanlı çarşısı oldu.   

Balkanlara Bayramda gitmenin dezavantajını yaşamadık değil. Çok kalabalıktı her yer. Lokantalarda yer bulamadığımız bile oldu. Her tarafta turlarla gelen Türkler vardı. Öyle ki taş köprünün üzerinde uzun zamandır İstanbul’da görüşemediğim bir arkadaşımla bile karşılaştım. Bu arada Üsküp’te yaşayan bir Türk’ten aldığımız tavsiyeyi yabana atamayacağım. Önerdiği “Makedonska Kuka” isimli restoranda hayatımın en lezzetli güveçte kuru fasulyesini yedim. Üsküp’ün ünlü yemeği güveçte kuru fasulyeyi en iyi yapan restoran buraydı. Ve Ajvarı da bir harikaydı.

Şehri öyle sevmiştik ki Üsküp’teki son günümüzde yolculuğumuzun son durağı olan Kosova-Priştina’ya saat başı giden otobüse binmeyi bir saat, bir saat daha erteliyorduk. En sonunda otogara gitmek için bir taksiye bindik. Bu sefer taksici ne İngilizce ne de Türkçe biliyordu. Kırık Almancamla Türk olduğumuzu ve otogara gideceğimizi anlattım. Ya da öyle sandım. Sonra adam bir arkadaşını aradı, telefonu bana verdi şaşkınlık geçirdim. Meğer telefonun diğer ucunda bir Üsküplü Türk taksici varmış. Bayramlaştık, derdimi anlattım. O da bizim taksiciye anlattı durumu ve iyi kalpli, güler yüzlü taksicimiz bizi otogara bıraktı. Son otobüsle Priştina’ya gittik. Bu sefer kablosuz internet yoktu otobüste. 3 saat civarında sürdü yolculuğumuz. Otobüsteki diğer tur bağımsız Türk gezginlerle sohbet ettik vakit nasıl geçti anlamadık. 

Üsküp’ten sonra Priştina’yı biraz yabancıladım. Elektrik alamadım. O gece otelden çıkmadık bile. Sabah kahvaltıda bizim doktoru görmemiz efsanevi oldu doğrusu. Doktor, havaalanına gitmeden önceki son bir saatte bize hızlandırılmış bir Priştina turu yaptırdı. Sonrasında beraberce İstanbul’a geldik. Bir Balkan çıkartması da böylece sona ermiş oldu. Aklımda ise yeniden Ohrid ve Üsküp’e gitmek konusunda hınzır planlar baki kaldı.
Şimdi fotoğraflar:
Ohrid Üsküp arası yol manzarası

Üsküp meydanda şarap festivali

Üsküp meydanda şarap festivali

Osmanlı izleri nargile çay

Taş Köprü

Heykeller

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu_Kilise

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu
 
 

14 Haziran 2014 Cumartesi

Martı_Anton Pavloviç Çehov 

Martı… İstanbul’da tanıştım martılarla. Sabahları martı kahkahalarıyla uyanmayı sevdim en çok. Bir de gecenin koyu mavisinde uçan beyaz kanatlarını izlemeyi. Bilenler bilir bir martılık vardır bende. Çok da güzel taklidini yaparım. Hal böyle olunca Martı’yı okumadan geçemedim.
İş Kültür yayınlarından Martı
Benim için tiyatro oyunu okumanın en zor yanı karakterleri tanımak. Hele ki işin içine Rus lobisi girince her şey daha da zorlaşıyor. Örneğin Martı’da bir karakterin adı Boris Alekseyeviç Trigorin, bu arada kendisi tam bir şerefsiz… Kitabın içinde adama bir diyorlar Boris, bir diyorlar Alekseyeviç, bir diyorlar Trigorin. Bir kişi bir anda oluyor üç kişi… Neyse ki her şeyi kontrol altına aldım.  

Hikaye aşktan geçilmiyor. Arkadina ve Nina Trigorin’e, Maşa Treplev’e, Treplev Nina’ya, Medvedenko ise Maşa’ya aşık. Trigorin hiçbir kadına aşık değil, bu yüzden de benden lafı yedi. Hem Nina’nın hayatına girip işine gelmeyince de kendisini seven bu kadını yapayalnız bırakması bana en çok dokunan kısım oldu. Diğer dokunaklı kısım ise Treplev’in hayatı pahasına Nina’ya duyduğu aşktı. Herkes bir şekilde birbirinin hayatına giriyor, seven ve sevilenler bir türlü eşleşmiyor. Tüm karakterler umutsuz aşkların tutsağı, tüm karakterlerin hayalleri yarım kalmış. Arka kapakta şöyle yazıyor: “Onlarda ağır basan başka bir yerde olma özlemi; fırsatların boşa harcandığına, umutların boşa çıktığına dair bir duygu Çehov’un başlıca karakteristiğidir.”

Temsili Nina ve Martı
Oyunun kilit noktası, kitaba adını veren martının öldürülmesidir. Treplev bir martı vurur ve Nina’ya getirir. Bu martıyı vurma alçaklığında bulundum der. Sahneden çıkar ve sonra Trigorin gelir. Nina, Trigorin’e martıyı gösterir. Trigorin de bunun üzerine defterine not almaya başlar, ileride yazacağı hikayeyi. Martı metaforu bu noktadan çıkar: “Küçük bir hikaye konusu. Çocukluğundan beri göl kıyısında yaşayan bir genç kız var, sizin gibi biri; tıpkı bir martı gibi seviyor bu gölü ve bir martı gibi de mutlu ve özgür. Günün birinde bir adam geliyor oraya, kızı görüyor ve yapacak başka bir işi olmadığından yazık ediyor kıza, tıpkı bu martı gibi…” Oyunda da karakterler birbirinin hayatına giriyor ve bir şekilde birbirlerine yazık ediyorlar.
Youtube'dan baktım biraz nasıl sahnelenmiş oyun diye. Sıkça rastladığım şey ise Nina'nın bir monoloğu oldu. En güzel Nina performansını sizin için seçtim ancak ses gidip geliyor, bir de İngilizce. Nina'yı bu linkten izleyebilirsiniz. Aslında bu kısım oyunun düğümlerinin de çözüldüğü bir yer, tüm acıları, gönül kırıklıklarını ortaya koyuyor. Hem de oyunun geniş özeti gibi. Bursa Devlet Tiyatrosu da oynamış bu oyunu. Oyun fragmanını da buradan izleyebilirsiniz.
Şimdiye kadar sahnelenen Martı oyunlarında martıyı oynayan insan var mıdır bilmiyorum, en azından karakterler arasında “Martı” diye birisi olmadığı için böyle bir şey olmadığını sanıyorum. Bu çıkarımla, kitapta da bahsi geçen yeni biçimler keşfetmek ve denemek derdinde bir yönetmene ihtiyaç var şu durumda. Zira bu oyunda ben oynasam martıyı oynamak isterim. Bilenler bilir bir martılık vardır bende. Çok da güzel taklidini yaparım.





Anton Çehov




27 Mayıs 2014 Salı

Ohrid Makedonya'nın İncisi

Arnavutluk_Makedonya_Kosova_ Ekim 2013_Bölüm 4

Ohrid

Ohrid’deki son günümüze uyandık ve sonunda Ohrid’i gezmek için yola koyulduk. Güne bürek ve sıvı yoğurtla başlamak yerine o sabah bir cafede kahvaltı yapalım dedik. Peynire doyduğumuz anlar yaşadık. Sonrasında elimizde harita başladık o kilise senin bu tiyatro benim, o kale bilmem kimin gezmeye… Ohrid’in bir özelliğini de öğrendik bu arada.. Slavların din merkeziymiş, sayısını unuttuğum kadar çok irili ufaklı kiliseden de bunu anlamalıydık zaten. Turist kafileleri Ohrid’i basmıştı diyebilirim hem Türk hem de yabancılar… Yabancılar genelde 60 yaş üzerindeydi ve umre kafasındaydılar. Kiliselere girişte cüzi de olsa para alınması biraz canımızı sıkmıştı. Ama biz de başkaldırının bir yolunu bulduk. Kalabalık turist grupların peşine takılıp sanki gruptanmışız gibi girdik birkaç kiliseye.. Göl manzaralı falan harika kiliseler vardı. Rahipler keşişler ağzının tadını biliyormuş. En güzel yerlere hep kilise yapmışlar…

Sesime Gel

Her şey çok normal olmadı tabi ki.. Bu ekiple güzel güzel başımızdan geçenleri anlatacağımı düşündüyseniz yanıldınız. Kaybolduk kırsalda. İn yok cin yok. Haritayı da kaybettim, hiç huyum değil hâlbuki harita kaybetmek. Bir yarım saat kadar vahşi doğanın tadını çıkardık, ne yapalım. Sonra insan sesi duyduk uzaklardan bir yerlerden ve Ohrid’de geliştirdiğimiz “sesime gel” yöntemiyle yolumuzu bir kez daha bulduk.



 Kaptan

Göl kenarında hayatımızın teklifini aldık. Kaptan Gusto ve miçosu köpek 5 Euro karşılığında bizi kayıkla şehir merkezine bıraktı. Böylece Ohrid gölünde sandal sefası da yapmış olduk, kiliselere başka bir açıdan (gölden) bakma imkanı bulduk. Hem de dünyanın en enteresan kaptanının ve miçosunun eşliğinde.




Üsküp Yolcusu Kalmasın

Son kez göl kenarında turladık ve pansiyondan valizlerimizi alarak otogara doğru yollandık. Boban’ın karısı arkamızdan su dökmedi beklendiği üzere. Otogarda karşılaştığımız manzara bizi bizden aldı. Ohrid Üsküp arası 3 saat. Şehirlerarası yolcu otobüsü beklerken 60 ya da 70 model sapır sapır dökülen bir otobüs karşıladı bizi. Köy otobüsünden halliceydi. Tıpkı Tiran’daki gibi.  Wireless ihtiyacımızın karşılanmayacağını o dakika anlamıştık. Bunda internet varsa dişimi kırarım dedim. Büyük konuşmuşum. Dişimi kırmak yemedi tabi.  Aynı anda sadece beş kişinin yararlanabileceği internetin olması gözlerimi yaşarttı doğrusu. Makedonya’ya haksızlık etmişim. Bizim için yeniden yolculuk başlıyordu Üsküp’e doğru.