Eylül’dü. Tatil zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Bir
heves, eşe dosta sordum benimle bir yerlere gelmek isteyen var mı diye. Heves,
kursakta kalan bir şey neticede. Kimse gelmiyor diye ne yapacaktım evde mi
oturacaktım? Asla! Ya bir tura katılacaktım ya da alıp başımı gidecektim uzak
diyarlara tek tabanca.
Açtım Avrupa siyasi haritasını. Slovenya, Prag,
Budapeşte, Viyana, Amsterdam, Nice, Cannes, Kotor, Yunan adaları, Atina, Bodrum
gitmeyi düşündüğüm yerler arasındaydı. Tatilin sonu Bodrum’da biteceği için
Yunan adasına gitmek hep aklımda vardı. Bu nedenle Yunanistan’dan 3 aylık vize
aldım koydum cebime; ne olur ne olmaz.
Benim için en güçlü rota ise Kavala, Dedeağaç, Selanik,
Atina, Yunan Adaları (Santorini, Mykanos, Rhodes, Kos), Bodrum’du. Rota güzeldi
ve otobüsle gidip gemiyle dönmek istiyordum, orası netti. Ama böyle bir tur
programı yoktu. Benim de tek başıma yola çıkmaya cesaretim sıfırın altındaydı.
Gönlüme göre Yunanistan turu bulamayınca ve zaman giderek aleyhime işlemeye
başladıkça ufak bir cesaretlenme oldu bende. Buna tutuşma da diyebiliriz. Bir
arkadaşımın “bunlar güzel endişeler” söyleyişi bardağı taşıran son damla oldu
(iyi anlamda). O gazla Atina’ya tek yön uçak bileti aldım. Kafamdaki rotayı
uygulayamadığım doğrudur. Ama en azından tek başıma çıkacağım ilk tatilin ilk
adımını atmış oldum.
İlk 4 günün planını yaptım hemen eşe dosta danışarak.
Yunanistan’da çeşitli tanışlar ayarladım. 4 günden sonrasına gelince, her zamanki
spontanlıkta gelişecekti, orasını ben de bilmiyordum.
Atina (Eylül)
Atina’ya indim 15 Eylül Pazartesi günü. Hava güneşli ve
sıcaktı. Hemen 1 gece kalacağım otelime gittim: Airotel Parthenon. Soğuk algınlığım tatile benimle gelmişti, o
nedenle kendisiyle beraber 1 saatliğine dinlendik. Enerji topladıktan sonra şort,
tişört çekip hemen Acropolis açık hava müzesini gezmeye başladım. Sütunlar,
tapınak kalıntıları, heykeller ve kuşbakışı Atina manzarası büyüleyiciydi. Tüm
antik havayı içime çektikten, Afrodit’i, Hera’yı, Poseidon’u, Sokrates’i,
Platon’u ve tüm Atinalı yoldaşları yâd ettikten sonra günümüz Atina sokaklarına
daldım.
Plaka bölgesindeki dar sokakları, minik hediyelik eşya dükkânlarını
dolaşarak Monastiraki’de akşam yemeği molası verdim. İstanbul Beşiktaş’taki
balık pazarının kebap pazarı versiyonunu düşünün. İşte öyle bir yerlere geldim.
Şiş adana kebap benzeri yerel Yunan kebabı Souvlaki hoşuma gitmese de Fix
bira çok iyiydi. Sonraki yemeklerimin hepsine yerel Yunan birası mutlaka eşlik
etti.
İstanbul’daki arkadaşımın yakın dostu Manos’la akşam
yemeğinden sonra buluştuk. Manos ve arkadaşlarıyla
geçirdiğim keyifli gecede bar bar gezdik. Yunan stili gecelerde biraya ek
olarak rakı shot içiliyordu. Tadı bizim sek rakıdan çok daha farklıydı. Böyle
rakı olmaz olsundu. Böyle rakı mı içilirdi. Baktılar ben içemiyorum, bana bir
güzellik yaptılar ve sakız likörü “mastika” ile tanışmam işte böyle oldu.
Gecenin devamında onlar rakı shot yaparken ben de mastika shotla eşlik ettim.
İçimden de “mastika” türküsünü söyledim tabi bolca…
Ertesi gün otelden çıkış yaptım. Selanik’e gidecek gece otobüsüne
rezervasyon yaptırdım. Son günümde elimde harita tüm Atina’yı ölümüne dolaştım.
Kolonaki, Ermou, Syntagma, Omnio… Ponponlu ayakkabıları olan etekli askerlerin
değişimini tanımadığım insanların şemsiyesi altında izledim. Yağmur dinmek
bilmiyordu. Yoldaki bir otobüs durağında yaşlı bir adamla mahsur kaldık. Ben
Türkçe o Yunanca konuştuk biraz havadan sudanJ Yunanca bilmem ama birkaç sözcüğe ve adamın beden diline
göre bence adam şöyle diyordu: “Tuhaflığa bak bir Türkle sığındık bu durağa…
Ben misyonerim ve 2 gün sonra misyonerler toplantısı için İstanbul’a
(Konstantinapolis) gideceğim, bir bavul kitap götüreceğim oraya. Ben oraya
giderken sen buralara gelmişsin ve yollarımız bu ilahi doğa olayı sayesinde
kesişti. Geçmişte dosttuk, sonra düşman olduk şimdi yeniden dostuz. Hayat
gerçekten çok tuhaf.” Bence de hayat gerçekten çok tuhaf.
Yağmur dinince yol sorduğum bir Yunan sayesinde harika
yerler keşfettim. Harika bir akşam yemeği yedim. Garsonum Yorgo bana Türkçe
hizmet verdi sağ olsun. Ahtapot ızgaranın tadı hala damağımda…
Kasım’da yeniden
Atina’ya gidecek olmanın huzuruyla geride bıraktım Atina’yı ve Selanik
otobüsüne binmek üzere otogarın yolunu tuttum. Atina (Kasım)
Kasım’da yeniden Atina, yeniden aynı otel, yeniden Acropolis… Bu sefer hafta sonu kaçamağı olarak geldim Atina’ya sevgili müdürüm ve sevgili iş arkadaşlarımla. Atina’ya vardığımızda çok açtık. Acropolis civarındaki tatlı kafelerin birine oturduk ve menüdeki çoğu yemeği istedik. Bir paket makarnadan yapılan koca bir tabak masaya gelince makarnayı isteyen arkadaşın şaşkınlığı anlatılmaz yaşanır.
Acropolis'ten Plaka'ya inerken merdivenlerin iki yanında yer alan kafelerin birinde kahvelerimizi içtik. Gündüz gezmemizi tamamladık ve hava kararırken Syntagma meydanına vardık. Yağmur da bize eşlik etti tabi ki. Hemen meydandan kalkan minik tren römorklarla şehir turu yaptık. Hem zamandan tasarruf ettik, hem şehri gezdik, hem de yağmurun negatif etkilerinden kurtulduk. Biraz da yılbaşı alışverişi yaptık.
Akşam yemeğimizi Ermou'da çok hoş bir geleneksel Yunan lokantasında yedik. Buzuki, rebetiko, kalamar, karides, bira, sohbet... Bu tadı seviyorum.
Pazar günü Monastraki civarındaki bit pazarına gittik. Çok hoş eşyalar vardı. Biraz nostalji sonunda Bubble Tale kafede dinlendik ve dönüş yoluna geçtik. Hoşça kal Atina... Yine gelirim.
Şimdi fotoğraflar...
Cok keyifle okunan bir yazi, ellerine saglik Ozge.
YanıtlaSilCok tatlı yazmışsın yine
YanıtlaSil