15 Şubat 2014 Cumartesi

Belgrad_Zamanda Yolculuk_Kasım 2013

Belgrad
Balkanlar yeniden beni çağırıyordu. Arnavutluk - Makedonya – Kosova turundan 1 ay sonra rotamı Belgrad’a çevirdim. En yakın arkadaşım, yoldaşımla bir maceraya daha atılıyorduk. 90’lardaki Bosna katliamı ve bir de bilmem kaçıncı Murat’ı savaş alanında sırtından hançerleyerek öldüren “Sırplı Miloş” yüzünden Belgrad’la ilgili ciddi ön yargılarım vardı. Olsun. Bu zamana kadar hiçbir ön yargım beni yolumdan çevirememişti ki. Şimdi de “Sırplı Miloş”a kızıp yorgan yakacak değildim. Belgrad’a uçtuk. Sırbistan vize istemiyor ama pasaportumda en az iki ay daha geçerli Schengen vizesi olduğu için kontrolden geçişim çok havalı oldu. Belgrad pasaport kontrol memurları beni prensesler gibi karşıladılar.

Biz
Bizim için gezmek genelde çok kolay olmaz zira her ikimizin de yer yön duygusu eser miktardadır, kaybolmaktan kendimizi alamayız. Bir yeri bulmak için 10 dk gerekiyorsa o yolu ters, çıkmaz ve ara sokaklara sapmak suretiyle 1 saatte gitmesini en iyi biz biliriz. Herkesin bir gezme tarzı var neticede. Bu gezide de tarzımızdan taviz vermedik. Allah’tan ayarladığımız apart Belgrad’ın İstiklal Caddesi Knez Mihailova üzerindeydi de zaman kısıtının üstesinden merkeziyetle geldik.

Şehir ve Komitacılar
Benim gözümde Belgrad’ın en önemli 3 özelliği, eski bir Osmanlı kenti olması, eski Yugoslavya’nın başkenti olması, bir de tüm marketlerde ve lokantalarda Ajvar (okunuşu: ayvar) bulunmasıdır.  Şehre adım attığımızda karnımız çok açtı, aldığımız malumat doğrultusunda Kalemegdan’a (Kale Meydan) giderken solda “soru işareti” adında bir lokantaya girdik. İçerde sigara içilmesine sinirlendiğim bir esnada yan masadaki amcalar dikkatimi çekti. Masanın yaş ortalaması 78 civarıydı. Dönem filmi kostümü kıvamındaki en iyi ihtimalle 40 sene önce dikilmiş takim elbiselerini yan taraftaki askılıktaki dizi dizi fötr şapkalar tamamlıyordu. Sinekkaydı tıraşlı yüzleri, özenle ütülenmiş beyaz gömlekleri ve gerçekten o elbiselerin içerisine hiç yakıştıramadığım battal boy kravatlarıyla ben deyim ikinci dünya savaşının sonu siz deyin komünist dönemin yükseliş devri, işte oralardan bir yerlerden fırlayıp gelmiş gibiydiler.  Ne dediklerini kesinlikle anlamıyordum ama başlarının üzerindeki sigara dumanından bulut da kadraja eklenince, bana komitacı amcalar sarsıcı bir eylem planı üzerine tartışıyorlar gibi geldi.


Kale Meydan’daki Hacılar
Hayatımızın anlamı, Balkanların en kıymetli lezzeti, kırmızı biberden yapılma bir meze olan “Ajvar” ve Cevapcici” denen köfteleri yedikten sonra kendimizi Osmanlı döneminin izlerini taşıyan Kalemegdan’ın huzur verici tarihi dokusuna ve gün batımı temalı Sava nehri manzarasına bıraktık. Bu büyülü dünyadan gerçek hayata dönüşümüz çok uzun sürmedi. “Hacot (hacı anlamında), can you take a photo of us” dediğimiz adamın “çekiyoruuumm” diye bize cevap vermesiyle şoklandık. Bundan sonraki hayatımızda “Hacot” zararsız bir sesleniş olarak kendi halinde yaşamaya devam etti.

Florasan ve Yaşam Arasındaki İnce Çizgi
Hava soğuktu, Balkanlar’ın meşhur soğuk hava dalgasıyla şahsen tanışma fırsatı bulduk. Tanıştığımız bir diğer şahsiyet ise Sırbistan’ın dünyaya mal olmuş ünlü fizikçisi Nikola Tesla’ydı. Elektrik dağıtım sistemi gibi elektrikle alakalı sayısız buluşuyla dünyamızı ışıtan Nikola Tesla’nın müzesinde rehberin ellerimize tutuşturduğu floransanlara verdiği yüksek dozda elektrik, iyiki bizi kömür etmek yerine yalnızca florasanları yaktı. Ne de olsa gençtik, yaşanacak daha çok şey vardı. Müzeden sonra “yaşama” kadeh kaldırmak üzere tripadvisor ödüllü Little Bay restoranına gittik. Eski bir tiyatrodan bozma restoranın üst katındaki localarda oturamasak da tek boş yer olan piyanist ve kemancının yamacındaki küçük masamızda hem yemeye hem müziğe doyduk.  

Eski Camlar Bardak Olmuş
Muhtelif müze, kilise ve eski binaya ek olarak Yugoslav Tarihi Müzesi ile Tito’nun mezarının bulunduğu Çiçekli Evi de gezdik. Eski Yugoslavya’da neler olup bitmiş, eski fotoğraflara ve eşyalara bakarak ucundan kıyısından anlamaya çalıştık. Müze çıkışı sokakta yürürken de Zara, Mango, Sephora vesaire kapitalizmin gülü mağazalara uğramayı ihmal etmedik. Yaşadığımız kültür şokunun haddi hesabı yoktu. Kalemegdan’da dolaşan Türkler, restorandaki komitacı amcalar, demir perde yılları, kapitalizmin askerleri markalar, ve sokakta keman çalarak, yün patik, el işi masa örtüsü, resim satarak geçimini sağlamaya çalışan fakir ama gururlu halk.

Son Akşam Yemeği ve Kapitan Koça
Bu kadar yükleme fazla gelmişti, son gecemizde Skadarlija sokağındaki akordeonlu, klarnetli fasıl ekipli mekânlardan birine gitmeye karar verdik. Tüm mekanların isimleri Kiril alfabesiyle yazılmıştı, birbirlerinden de bir farkı yok gibiydi. O mu bu mu derken bir yere girdik. İçeri adım attığımızda Balkan müzikleri eşliğinde eğlence başlamıştı bile. Masadaki Amerikan servislerin üzerinde Mustafa Kemal’in Manastır Askeri İdadisi’ne giderken çektirdiği üniformalı fotoğrafına benzeyen bir baskı vardı. Dönemin Osmanlı askerinin fotoğrafının Osmanlı’ya karşı ayaklanarak bağımsızlığını ilan eden Sırbistan’da ne işi olabilirdi? Hayretler içinde kaldık ve hemen garsona bu adamın kim olduğunu sorduk. Kapitan Koça diye Osmanlı’ya karşı ayaklanan ünlü komitacılardan biriymiş. Zaten mekânın adı da Kapitan Koça’ymış. Ufak bir şaşkınlık yaşadıktan sonra dönemin üniforma modası buymuş diyerek güzel akşamımıza devam ettik. Kapitan Koça da bize masanın üstündeki suretiyle eşlik etti. E bir kadeh de onun için kaldırmamak ayıp olurdu.

Yolun Sonu
Gecenin ilerleyen saatlerinde turist olduğumuzu anlayan yan masadaki Sırp ekiple masadan masaya Sırp-Türk ortak tarihi, ortak yemeklerimiz, ortak kelimelerimiz üzerine sohbet etmeyi ihmal etmedik. Tasmegdan’ın ve Kalemegdan’ın Türkçe olduğunu, taş meydan ve kale meydan anlamına geldiğini söylediğimizde çok şaşırdılar. Biz de yan masadakilerden birinin adının Miloş olduğunu öğrendiğimizde çok şaşırdık. Vesselam Miloş’la başlayan gezi Miloş’la nihayete erdi. Biz Belgrad seyahati diye yola çıkmıştık ama resmen zamanda yolculuk yaptık. Çok da iyi oldu çok da güzel oldu.

  

 

 

 



 

 

 

 

12 Şubat 2014 Çarşamba

İstanbul_Karanlıkta Diyalog_Şubat 2014


İstanbul_Karanlıkta Diyalog

 “Sizin için sürekli karanlıkta kalmak fikri ne kadar dehşet vericiyse benim için de aydınlıkta olmak fikri o denli korkunç.” demişti Karanlıkta Diyalog sergisindeki görme engelli rehberimiz İlhan Bey.
Karanlıkta Diyalog sergisine gidelim mi dediğinde, arkadaşımın teklifini hemen kabul ettim, karanlıkta olmak nasıl bir şey anlamak istedim. Sergiye gitme kararıyla da bir tedirginlik sardı beni. Eşsiz bir deneyim olacağının farkındaydım ama o anda neler hissedeceğim kısmı tamamen gaz ve toz bulutuydu. Üzülecek miydim, korkacak mıydım, neler yaşayacaktım? Serginin broşüründeki şu cümleler tedirginliğimi duymuşçasına bana cevap veriyordu: “Yani siz ve macera ortaklarınız kelimenin gerçek anlamıyla, görme dışındaki duyularınıza, size yol göstermesi için teslim olacaksınız! Öyleyse, karanlığa hoş geldiniz! Koşullamaları ardınızda ve önyargılarınızı da kapıda bırakın; ve gerçekten müthiş bir zamanı deneyimlemeye hazır olun!”

Grubumuz ve Rehberimiz
Sergi alanına gittiğimizde çantalarımızı ve montlarımızı kapıdaki dolaplara bırakmamız ve yanımıza bir miktar para almamız istendi. 4 kişilik ekibimiz toparlandığında görme engelli rehberimize kadar eşlik etmek üzere bir görevli bizi kapıda karşıladı. Sergide kullanacağımız beyaz bastonlarımızı bize verdi ve küçük bir eğitimden sonra bizi rehberimize teslim etti. Rehberimiz İlhan Bey’le tanıştık. Hepimiz çok tedirgindik. Zifiri karanlıkta çok çaresiz kalmıştık. Elimizde daha önce hiç tutmadığımız bastonlarımızla, küçük adımlarla tek sıra halinde ilerlemeye çalıştık. “Neredesin? Ses ver!” nidaları eşliğinde nereye gittiğimizi bilmeden yürüyorduk. Gözlerimiz açık olmasına rağmen hiçbir şey göremiyorduk.

Sergi Alanı_İlk Durak
İstanbul’un muhtelif mekânlarını şehre özgü koku, ses ve sıcaklık faktörleri eşliğinde karanlıkta keşfedecektik. Sergideki ilk durağımız için rehberimiz bizi yönlendirdi. Seslere dikkat etmemizi ve nerede olduğumuzu anlamamızı istedi. Kuş cıvıltıları ve su sesi geliyordu. Kırda mıydık? Bahçede miydik? Rehberimiz bir parkta olduğumuzu söyledi. Sıra parkı tanımaktaydı. Bizden dağılmamızı ve parktaki eşyaları “görmemizi” istedi. Arkadaşlarımdan ayrılırsam düşeceğimden veya kaybolacağımdan korkuyordum. İlk 10 dk’da elimi her uzattığımda arkadaşımı hissederek rahatlıyordum. Ama şimdi durum değişmişti. Yan tarafa doğru birkaç adım attım. Ayağımın altında çakıl taşlarını hissediyordum. Bastonum sonunda bir şeye çarptı ve ne olduğunu el yordamıyla incelemeye başladım. Bu bir banktı. Çok sevinmiştim. Sonunda karanlıkta bir şey bulmayı başarabilmiştim. Durumu hemen rehberimize haber verdim. Diğer arkadaşlarım da sesime doğru geldiler ve sırayla herkes bankı “gördü”. Daha sonra oradan ayrıldık.

Manav_Banka_Trafik Işıkları
Rehberimizin yardımıyla bir kapıdan geçtik. Kapının yanındaki duvara tutunarak ilerlerken önce bir saksı sonra da bir kasa gördük. Çiçeğin yapraklarına dokunduk, sonra da kasanın içerisinde yer alan sebze meyvelere tek tek dokunarak neler olduğunu anlamaya çalıştık: Nar, kabak, elma, patlıcan… Hemen yan tarafta ATM vardı, tuşlarına ve ekranına dokunduk. Sonra bir kaldırımdan aşağıya indik, yoldan karşıya geçtik ve tekrar kaldırıma çıktık.

İstiklal Caddesi
Yeni geldiğimiz yerde pürüzsüz, cam gibi sert bir yüzeye dokunduk. Bir yanda da İstiklal Caddesi’nin seslerini duyuyorduk. Dokunduğumuz şeyin İstiklal’deki tramvay olduğunu anladık. Tramvaya bindik, koltukları bulmaya çalıştık ve herkes oturduğunda tramvay çalıştı. Çok harika bir duyguydu. Hepimiz biraz daha rahatlamıştık. Grup üyeleriyle ve rehberimizle sohbet etmeye başladık. İçimizde garip bir mutluluk vardı. Sesimizde karanlığa teslimiyetin tedirginliğini atlattığımıza delalet zafer tınıları fark ediliyordu.

Televizyon_ Vapur İskelesi_Noktalar
Tramvaydan sonra TV odasında film izledik. Karanlıkta, Buz Devri filmini izlemek bir başka ilginç deneyimdi. Filmin duyamadığımız yerleri için açıklamalar vardı: ana karakter şimdi sağa baktı, şimdi suya atladı gibi. Rehberimiz, filmi mutlaka televizyona bakarak izlediğini anlattı bize. Yalnızca duymak yeterli değilmiş. Bir sonraki durak vapur iskelesiydi.  Balık ağları, can simitleri, martı sesleri… Rehberimizin deyimiyle Kadıköy-Üsküdar motoruna hoş gelmiştik. Özel bir mekanizma sayesinde gerçekten dalgalardan sallanıyorduk, motor ile gezintimiz hiç bitmesin istedim. Vapur iskelesinden okuma odasına geçtik. Harflerin nokta ile tanımlanmış hallerine dokunduk. Rehberimizin dağıttığı kâğıtlara karanlıkta bir şeyler yazmaya çalıştık.

Son Durak_Diyalog Kafe
Son durak olarak “Diyalog Kafe”ye uğradık. Tur başlangıcında yanımıza aldığımız paralar burada işe yaradı. İçeceklerimizi aldık. Garsonumuz da görme engelliydi. Verdiğimiz paraları tanıması bizi çok şaşırtmıştı. Karanlıkta alışveriş hoş bir deneyimdi. Bir şeyler içerken sohbet etmeyi de ihmal etmedik. Seslerimizden kalplerimizi görüyorduk sanki. Karanlıkta kurduğumuz bu iletişim çok samimiydi. Kendimizi anlatmak, sesimizi duyurmak ve karşımızdakini anlamak için içten bir bağ kurmuştuk.

Hissiyatım
Hiç görmemenin ne demek olduğu konusunda 1,5 saatlik eşsiz bir deneyim yaşadım ve görmemek ile ilgili algılarımı tamamen değişti. İstanbul’daki bu karanlık yolculuğum bana yepyeni bir boyut kattı. Bu sergiyi günün birinde herkesin “görmesini” temenni ve tavsiye ederim.

 

10 Şubat 2014 Pazartesi

Tekirdağ_Ganos Dağı Zirve Yürüyüşü, Uçmakdere, Antik Yollar, Üzüm Bağları

Ganos Dağı Zirve Yürüyüşü, Uçmakdere, Antik Yollar, Üzüm Bağları_Eylül 2013
İş yaşamının yoğun temposundan, tek düze yaşamın yarattığı baskıdan, izinlerin bittiği ama tatil yapma arzusunun bitmediği çelişkiler bütününden kurtulmak, hafta sonunu iyi değerlendirebilmek için girdiğim arayış, bir arkadaşımın aracılığıyla linkine eriştiğim Patika Tur’un günübirlik gezilerini incelerken son buldu. Antik patikalarda doğa yürüyüşü ve denizde kano yapabileceğimiz, geçmişi Rum’lara uzanan Uçmakdere köyünü gezebileceğimiz ve eğer uslu birer çocuk olabilirsek bağbozumu sonrasında üretilen ev yapımı şaraplardan tadabileceğimiz “Ganos Dağı zirve yürüyüşü, Uçmakdere, Antik Yollar, Üzüm Bağları konseptli Tekirdağ turuna arkadaşımla beraber katılmaya karar verdik. Baştan söylemeliyim asla Tekirdağ’a uğramadık, zaten turun böyle bir taahhüdü hiç olmadı.
 
Rehberimiz ve Tur Ekibi
Tura katılmaya bu kadar hevesli olmama rağmen hesaba katmadığım bir şey vardı: “sabah saat 07:00’da teker döner” mottosu. Tatil gününde erken kalkmanın verdiği bir sabah suratsızlığı olsa da bizi aldıkları transit cinsi aracın içerisine adım atmamla ortamdaki neşe beni de içerisine çekiverdi.
 
Önceki “tur” deneyimlerimde gözlemlediğim, mekândan bağımsız gezinin iyi veya kötü geçmesindeki en önemli faktör rehberdir. Rehberimiz gayet konuşkan sıcakkanlı ve yardım severdi, ayrıca turda dengeyi sağlayabilen bir özelliğe sahipti. Ama en büyük özelliği Hz. İsa’ya benzemesiydi. Yol boyu İsa geyiği turun en tatlı anlarındandı. 15 kişilik tur ekibinde arıza insanın olmaması da çok büyük bir şanstı. Gruptakiler daha önce de beraber gezilere gitmişlerdi, birbirlerini tanıyorlardı. Genelde extrem sporlarla uğraşan kişilerden oluşan bu grupta bir arıza insan olacaksa sportif hayatı senede en fazla 10 gün yüzmekten ve öğle arasında iş yerinin etrafında 10 dk yürümekten öteye gitmemiş olan ben olurdum muhtemelen. Ama bu anti-sportif özelliğimi gruptan gizlemeye karar verdim. Nazlı yapımı mümkün olduğunca onlardan saklayacaktım. Dirayetime ve ağrı eşiğime olan güvenim tamdı.
 
Zirveden İniş
Tekirdağ il sınırından sonra Uçmakdere köyüne doğru kırsala saptık. Bir çiftlik evinde köy kahvaltısının ardından zirve yürüyüşüne başlayacağımız noktaya varmak üzere minibüsümüze bindik. Rehberin insiyatifiyle yürüyüş başlangıç noktasını geçtik ve Ganos Dağı zirvesine yürümek yerine minibüsümüzle çıktık. Bu duruma en çok ben sevindim, yalnızca iniş yapacaktık. Ganos Dağı zirvesinin antik bir geçmişi vardı ve ayinlere mekân olmuş kutsal sayılan bir yerdi. Ben de Ganos zirvesinde kendimle ilgili iyi dilekler içeren duamı ettim tabi ki. Ancak sonradan gelecek tehlikenin farkında değildim, yalnızca iniş yapmanın kendine has zorlukları varmış. Öncelikle grup çok hızlı yürüyordu, çevredeki inekler bize hiç dostça bakmıyordu ve de rehber, yalnızca iniş yapacağımız için patikayı zorlaştırdığını beyan etmişti. Tek sıra halinde, insan izi değmemiş yamaçlardan gerek kayarak, gerek popomuzun üzerinde, çok az iki ayak üzerinde, dalların kolumuzu bacağımızı çizdiği, düşmemek için öndeki ve arkadaki arkadaşlarımızın ellerine sıkıca yapıştığımız, yüreklerin ağızda olduğu, grubu bırakıp daha kolay bir yol arayanlara rehberin fırça attığı, ayağımızın altındaki ıslak yapraklarla dans ettiğimiz, can havliyle tutunduğumuz dalların bir yere bağlanmadığını acı tecrübelerle gördüğümüz bir iniş gerçekleştirdik. Herkes benim kadar perişan olmadı tabi. Yürüyüşü en arka sırada kendimce deneyimli ve sportif gördüğüm bir abinin elini hiç bırakmadan tamamladım. Sağ olsun abinin üzerimde emeği çoktur. Dağdan aşağıya indiğimizde bacaklarda bir titreme ve dikenlerin kanattığı yaralar da peyda olmadı değil.
 
Üzüm Bağlarının Arasından Sahile Yolculuk
 Artık düze çıkmıştık ama yürüyüş bitmemişti. Uçmakdere köyüne kadar bağların arasından geçtik. Hayatımda yemediğim kadar üzüm, yaban eriği ve böğürtlen yedim. Köye vardığımızda minik bir köpek karşıladı bizi ama sahibi gerçek anlamda köyün ileri gelen kaçıklarından olduğu için hayvanı gönül rahatlığıyla sevemedik. Köy kahvesinde yarım saat kadar konakladık ve dönüşte almak üzere şarap siparişlerimizi verdik. Sonrasında sahildeki kamping alanında rakı balık keyfi yaparken yürüyüşün tüm yorgunluğunu attık. Kafalar güzel, serotonin had safhada ve manzara şahaneydi. Çok güzel bir Eylül günüydü. Bunca mayışmaya rağmen kano yapmak fikrinden asla vazgeçmeyen extrem arkadaşlar, beni ve arkadaşımı da gaza getirdi. Eylüldü, güzeldi ama inceden soğuk bir rüzgar çıkmıştı. Yılmadık, yağmurluklarımızla kanolara atladık. Denizin dışarıdan daha sıcak olması bizi umutlandırdı. Hesaba katmadığımız bir şey vardı ki, günün sonunda tüm gruba madara olmamıza neden oldu.  Biz kano yapmayı bilmiyorduk ve asla öğrenemedik. Zigzag çizmek suretiyle herkesten fazla yol yapmamıza rağmen bir arpa boyu yol gidememiştik. Biz de kano yapmayı bırakarak biraz yüzdük. Grup, dağın burnuna kadar gitti döndü biz hala bıraktıkları yerdeydik. Sportif olmadığımı ancak o ana kadar saklayabilmiştim. Dönüşümüz gecikmesin diye bizim beceriksiz iki kişilik kano ekibimizi dağıttılar. İki extrem arkadaş bizi kıyıya çıkardı. Kendilerine ne kadar teşekkür etsek azdır.
 
Dönüş
Artık dönme vakti gelmişti. Köye uğradık şaraplarımızı aldık. İstanbul yolunda şarabımı yudumlarken rehberimizin macera dolu anılarıyla tatlı bir uykuya daldım. Eve geldiğimde sırt çantamda 4 şişe ev yapımı şarap, bacaklarımda bereler ve cebimde anlatacak bir hikâyem vardı.