25 Ekim 2014 Cumartesi

ilahi tesadufler ve aynalar

Birgün yolculukta tanistigim biri dedi ki aynalar cok mühim insanin kendisini gormesi bilmesi kendi dogrusunu yanlisini anlamasi için. Her uzgun oldugunda her mutlu oldugunda aynaya bak. Dedi ki dunyadaki en onemli sey de inanctir, once kendine inanacaksin. Inandığın şeyleri yapacaksın, inandığın şeylerin üzerine gideceksin, inandığın şeyleri bırakmayacaksın. Ekledi dogruyu bulabilmemiz icin once yanlislarla tanisiyoruz. Yanlislardan ders aliyoruz. Ve bir siir okudu baglanmak uzerine. Renklere baglan dedi, gokyuzüne gökkuşağına baglan. Kimseye baglanma dedi. Ne de guzel dedi. Ilahi bir guc idi bizi buluşturan. Ilahi sozler dökuldu dudaklardan. Iyi dilekler dilendi ve umutlar yesermeye birakildi. Kendine inanacaksin diye ant icildi. Bugun baslayacaksin hayata yeniden diye söz verildi.


Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…


22 Ekim 2014 Çarşamba

Üsküp - Skopje


Üsküp ---- Arnavutluk_Makedonya_Kosova_ Ekim 2013_Bölüm 5

Üsküp’e vardığımızda çoktan karanlık olmuştu. Işıl ışıl sokaklar, köprüler, ışıklandırılmış bir sürü heykel karşıladı bizi. Doğaçlamayı bir yaşam biçimi olarak hayatlarına zerk etmiş bu iki kişilik ekipten önceden otellerinin adresini yanlarına almaları beklenemezdi. Otogarda birilerine sorardık değil mi? Sorduk da. Çekinmedik. Ama aldığımız cevapla yıkıldık. Otelimizin adını söylediğimizde düşen suratlar vardı çevremizde. Neden böyle olmuştu. Adres sorduğumuz adamların anlattığına göre otelimiz biraz ünlüymüş ama iyi anlamda değil. Bize yakıştıramadılar oteli kısacası. Adamlar o kadar dehşet içindeydiler ki gerçekten biz de o otelde kalmak istemedik.  Türkçe bilen Arnavut taksicimiz kalabileceğimiz başka otellere götürdü bizi sağ olsun ama baktık baktık hiçbiri içimize sinmedi. Vakit de ilerliyordu daha akşam yemeği yiyecektik. Biz en iyisi ünlü otelimize gidelim dedik. En kötü ertesi sabah erkenden çıkar giderdik başka yere. Taksiyle ufak bir şehir turundan sonra meşhur Laki otele geldik.  Geldik de ne görelim otelin tabelası yanarlı dönerli. Laki Laki Laki diye bize yeşil mor kırmızı göz kırpıyor. Resepsiyondaki ablanın leopar desenli elbisesi, sarı yukardan bağlanmış dalgalı saçları ve kırmızı rujlu dolgun dudakları tüm anlatılanları gerçek kılıyordu. Arkadaşımla göz göze geldik, tedirgin adımlarla resepsiyona doğru ilerledik. Taksicimizin olay mahalini terk etmesiyle yapayalnız kalmıştık. O andan sonra kısa ve net cümlelerle konuşma hali geldi bana. Abla kayıt yapmak için pasaportlarımızı istedi, uzattım kararlı bir şekilde “take” dedim. Booking.com mu dedi. “Yes” dedim. Düşünceli şekilde hımmmmm dedi, başka listeye göz attı, arka sokaktaki binada yer alan odamıza yerleştircez sizi dedi. “Ok” dedim. Bu taraftan gelin dedi. “My passport??” dedim. Kayıttan sonra yarın sabah alırsınız dedi. “Why???!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!”  dedim. Orda nasıl bir “why” dediysem ve gözlerimden nasıl ateşler çıktıysa arkadaşım dahil lobideki herkesle beraber bizim leoparlı abla da benden korktu ve kelimenin tam anlamıyla bir adım geri attı. Sonra benim dilim çözüldü. Ben pasaportumu “şimdi” istiyorum, bana baksana sen, sen bu gözü görüyor musun, ben sana pabuç bırakır mıyım beeee tadında arıza çıkardım. Direndim. Kazandım. Booking.com cuların kaldığı kalbim kadar temiz binamıza doğru elimizde pasaportlarımızla beraber ilerlerken yanar döner tabela çoook gerilerde kaldı. Sessiz sakin huzurlu odamıza geldik, her şey yoluna girmiş, tatlıya bağlanmıştı. Sonraki günlerde anladık ki bizim otogardaki abiler fazla hassas, resepsiyondaki abla da fazla rüküşmüş. Olaylara, kazaya belaya şahit olmadık, bulaşmadık. Yine de gece yatarken kapının önüne sandalye çekmeyi ihmal etmedik.

Yemek yemek üzere meydana indik. Şarap festivali vardı şansımıza. Bir sürü insan gelmişti, tüm Üsküp oradaydı adeta. Sahne kurmuşlar, müzikli, yemekli, eğlenceli açık hava festivali bizi sardı sarmaladı. Taş köprü bütün ihtişamıyla manzaramız dahilindeydi. Kulağımızda müzik, etrafımızda Üsküplüler, etrafımızda çeşit çeşit heykeller, midemizde sıcak yemek ve dudaklarda “Tikveşli” marka şarabın tadı… Daha ne olsun.

Üsküp’te akılda kalan mekanlar şehrin biraz dışındaki Matka Kanyonu, şehir merkezindeki Makedon Tarihi Müzesi, Yahudi Soykırımı Müzesi, Tiyatro binası, Taş Köprü, Kale, Osmanlı camileri, hamamı, Müslüman taraftaki Bit Pazarska ve dar, Arnavut kaldırımlı sokakları olan eski Osmanlı çarşısı oldu.   

Balkanlara Bayramda gitmenin dezavantajını yaşamadık değil. Çok kalabalıktı her yer. Lokantalarda yer bulamadığımız bile oldu. Her tarafta turlarla gelen Türkler vardı. Öyle ki taş köprünün üzerinde uzun zamandır İstanbul’da görüşemediğim bir arkadaşımla bile karşılaştım. Bu arada Üsküp’te yaşayan bir Türk’ten aldığımız tavsiyeyi yabana atamayacağım. Önerdiği “Makedonska Kuka” isimli restoranda hayatımın en lezzetli güveçte kuru fasulyesini yedim. Üsküp’ün ünlü yemeği güveçte kuru fasulyeyi en iyi yapan restoran buraydı. Ve Ajvarı da bir harikaydı.

Şehri öyle sevmiştik ki Üsküp’teki son günümüzde yolculuğumuzun son durağı olan Kosova-Priştina’ya saat başı giden otobüse binmeyi bir saat, bir saat daha erteliyorduk. En sonunda otogara gitmek için bir taksiye bindik. Bu sefer taksici ne İngilizce ne de Türkçe biliyordu. Kırık Almancamla Türk olduğumuzu ve otogara gideceğimizi anlattım. Ya da öyle sandım. Sonra adam bir arkadaşını aradı, telefonu bana verdi şaşkınlık geçirdim. Meğer telefonun diğer ucunda bir Üsküplü Türk taksici varmış. Bayramlaştık, derdimi anlattım. O da bizim taksiciye anlattı durumu ve iyi kalpli, güler yüzlü taksicimiz bizi otogara bıraktı. Son otobüsle Priştina’ya gittik. Bu sefer kablosuz internet yoktu otobüste. 3 saat civarında sürdü yolculuğumuz. Otobüsteki diğer tur bağımsız Türk gezginlerle sohbet ettik vakit nasıl geçti anlamadık. 

Üsküp’ten sonra Priştina’yı biraz yabancıladım. Elektrik alamadım. O gece otelden çıkmadık bile. Sabah kahvaltıda bizim doktoru görmemiz efsanevi oldu doğrusu. Doktor, havaalanına gitmeden önceki son bir saatte bize hızlandırılmış bir Priştina turu yaptırdı. Sonrasında beraberce İstanbul’a geldik. Bir Balkan çıkartması da böylece sona ermiş oldu. Aklımda ise yeniden Ohrid ve Üsküp’e gitmek konusunda hınzır planlar baki kaldı.
Şimdi fotoğraflar:
Ohrid Üsküp arası yol manzarası

Üsküp meydanda şarap festivali

Üsküp meydanda şarap festivali

Osmanlı izleri nargile çay

Taş Köprü

Heykeller

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu_Kilise

Matka Kanyonu

Matka Kanyonu