Birgün yolculukta tanistigim biri dedi ki aynalar cok mühim insanin kendisini gormesi bilmesi kendi dogrusunu yanlisini anlamasi için. Her uzgun oldugunda her mutlu oldugunda aynaya bak. Dedi ki dunyadaki en onemli sey de inanctir, once kendine inanacaksin. Inandığın şeyleri yapacaksın, inandığın şeylerin üzerine gideceksin, inandığın şeyleri bırakmayacaksın. Ekledi dogruyu bulabilmemiz icin once yanlislarla tanisiyoruz. Yanlislardan ders aliyoruz. Ve bir siir okudu baglanmak uzerine. Renklere baglan dedi, gokyuzüne gökkuşağına baglan. Kimseye baglanma dedi. Ne de guzel dedi. Ilahi bir guc idi bizi buluşturan. Ilahi sozler dökuldu dudaklardan. Iyi dilekler dilendi ve umutlar yesermeye birakildi. Kendine inanacaksin diye ant icildi. Bugun baslayacaksin hayata yeniden diye söz verildi.
Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin onu sevdiğinden…
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim.” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasın istiyorsan birşeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,
Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…
25 Ekim 2014 Cumartesi
22 Ekim 2014 Çarşamba
Üsküp - Skopje
Üsküp ---- Arnavutluk_Makedonya_Kosova_ Ekim 2013_Bölüm
5
Üsküp’e
vardığımızda çoktan karanlık olmuştu. Işıl ışıl sokaklar, köprüler,
ışıklandırılmış bir sürü heykel karşıladı bizi. Doğaçlamayı bir yaşam biçimi
olarak hayatlarına zerk etmiş bu iki kişilik ekipten önceden otellerinin
adresini yanlarına almaları beklenemezdi. Otogarda birilerine sorardık değil
mi? Sorduk da. Çekinmedik. Ama aldığımız cevapla yıkıldık. Otelimizin adını
söylediğimizde düşen suratlar vardı çevremizde. Neden böyle olmuştu. Adres
sorduğumuz adamların anlattığına göre otelimiz biraz ünlüymüş ama iyi anlamda
değil. Bize yakıştıramadılar oteli kısacası. Adamlar o kadar dehşet
içindeydiler ki gerçekten biz de o otelde kalmak istemedik. Türkçe bilen Arnavut taksicimiz
kalabileceğimiz başka otellere götürdü bizi sağ olsun ama baktık baktık hiçbiri
içimize sinmedi. Vakit de ilerliyordu daha akşam yemeği yiyecektik. Biz en iyisi
ünlü otelimize gidelim dedik. En kötü ertesi sabah erkenden çıkar giderdik
başka yere. Taksiyle ufak bir şehir turundan sonra meşhur Laki otele geldik. Geldik de ne görelim otelin tabelası yanarlı
dönerli. Laki Laki Laki diye bize yeşil mor kırmızı göz kırpıyor.
Resepsiyondaki ablanın leopar desenli elbisesi, sarı yukardan bağlanmış dalgalı
saçları ve kırmızı rujlu dolgun dudakları tüm anlatılanları gerçek kılıyordu. Arkadaşımla
göz göze geldik, tedirgin adımlarla resepsiyona doğru ilerledik. Taksicimizin
olay mahalini terk etmesiyle yapayalnız kalmıştık. O andan sonra kısa ve net cümlelerle
konuşma hali geldi bana. Abla kayıt yapmak için pasaportlarımızı istedi, uzattım
kararlı bir şekilde “take” dedim. Booking.com mu dedi. “Yes” dedim. Düşünceli
şekilde hımmmmm dedi, başka listeye göz attı, arka sokaktaki binada yer alan
odamıza yerleştircez sizi dedi. “Ok” dedim. Bu taraftan gelin dedi. “My
passport??” dedim. Kayıttan sonra yarın sabah alırsınız dedi. “Why???!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!” dedim. Orda nasıl bir “why” dediysem ve
gözlerimden nasıl ateşler çıktıysa arkadaşım dahil lobideki herkesle beraber bizim
leoparlı abla da benden korktu ve kelimenin tam anlamıyla bir adım geri attı.
Sonra benim dilim çözüldü. Ben pasaportumu “şimdi” istiyorum, bana baksana sen,
sen bu gözü görüyor musun, ben sana pabuç bırakır mıyım beeee tadında arıza
çıkardım. Direndim. Kazandım. Booking.com cuların kaldığı kalbim kadar temiz
binamıza doğru elimizde pasaportlarımızla beraber ilerlerken yanar döner tabela
çoook gerilerde kaldı. Sessiz sakin huzurlu odamıza geldik, her şey yoluna
girmiş, tatlıya bağlanmıştı. Sonraki günlerde anladık ki bizim otogardaki
abiler fazla hassas, resepsiyondaki abla da fazla rüküşmüş. Olaylara, kazaya
belaya şahit olmadık, bulaşmadık. Yine de gece yatarken kapının önüne sandalye
çekmeyi ihmal etmedik.
Yemek yemek
üzere meydana indik. Şarap festivali vardı şansımıza. Bir sürü insan gelmişti,
tüm Üsküp oradaydı adeta. Sahne kurmuşlar, müzikli, yemekli, eğlenceli açık
hava festivali bizi sardı sarmaladı. Taş köprü bütün ihtişamıyla manzaramız
dahilindeydi. Kulağımızda müzik, etrafımızda Üsküplüler, etrafımızda çeşit
çeşit heykeller, midemizde sıcak yemek ve dudaklarda “Tikveşli” marka şarabın
tadı… Daha ne olsun.
Üsküp’te akılda
kalan mekanlar şehrin biraz dışındaki Matka Kanyonu, şehir merkezindeki Makedon
Tarihi Müzesi, Yahudi Soykırımı Müzesi, Tiyatro binası, Taş Köprü, Kale, Osmanlı
camileri, hamamı, Müslüman taraftaki Bit Pazarska ve dar, Arnavut kaldırımlı
sokakları olan eski Osmanlı çarşısı oldu.
Balkanlara
Bayramda gitmenin dezavantajını yaşamadık değil. Çok kalabalıktı her yer.
Lokantalarda yer bulamadığımız bile oldu. Her tarafta turlarla gelen Türkler
vardı. Öyle ki taş köprünün üzerinde uzun zamandır İstanbul’da görüşemediğim bir
arkadaşımla bile karşılaştım. Bu arada Üsküp’te yaşayan bir Türk’ten aldığımız
tavsiyeyi yabana atamayacağım. Önerdiği “Makedonska Kuka” isimli restoranda
hayatımın en lezzetli güveçte kuru fasulyesini yedim. Üsküp’ün ünlü yemeği
güveçte kuru fasulyeyi en iyi yapan restoran buraydı. Ve Ajvarı da bir
harikaydı.
Şehri öyle
sevmiştik ki Üsküp’teki son günümüzde yolculuğumuzun son durağı olan Kosova-Priştina’ya
saat başı giden otobüse binmeyi bir saat, bir saat daha erteliyorduk. En
sonunda otogara gitmek için bir taksiye bindik. Bu sefer taksici ne İngilizce
ne de Türkçe biliyordu. Kırık Almancamla Türk olduğumuzu ve otogara
gideceğimizi anlattım. Ya da öyle sandım. Sonra adam bir arkadaşını aradı,
telefonu bana verdi şaşkınlık geçirdim. Meğer telefonun diğer ucunda bir Üsküplü
Türk taksici varmış. Bayramlaştık, derdimi anlattım. O da bizim taksiciye
anlattı durumu ve iyi kalpli, güler yüzlü taksicimiz bizi otogara bıraktı. Son
otobüsle Priştina’ya gittik. Bu sefer kablosuz internet yoktu otobüste. 3 saat
civarında sürdü yolculuğumuz. Otobüsteki diğer tur bağımsız Türk gezginlerle
sohbet ettik vakit nasıl geçti anlamadık.
Üsküp’ten sonra
Priştina’yı biraz yabancıladım. Elektrik alamadım. O gece otelden çıkmadık
bile. Sabah kahvaltıda bizim doktoru görmemiz efsanevi oldu doğrusu. Doktor,
havaalanına gitmeden önceki son bir saatte bize hızlandırılmış bir Priştina
turu yaptırdı. Sonrasında beraberce İstanbul’a geldik. Bir Balkan çıkartması da
böylece sona ermiş oldu. Aklımda ise yeniden Ohrid ve Üsküp’e gitmek konusunda
hınzır planlar baki kaldı.
Ohrid Üsküp arası yol manzarası |
Üsküp meydanda şarap festivali |
Üsküp meydanda şarap festivali |
Osmanlı izleri nargile çay |
Taş Köprü |
Heykeller |
Matka Kanyonu |
Matka Kanyonu |
Matka Kanyonu_Kilise |
Matka Kanyonu |
Matka Kanyonu |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)