27 Nisan 2014 Pazar

Bitola_ Balkanlar Bölüm 3


Bitola nam-ı diğer Manastır_Ekim 2013

Önce Boban

Boban ve arkadaşı
Ohrid’deki Otel Boban, şehir merkezine uzaktı ama dekorasyonu harikaydı. Güzel bir mekanda güzel bir Ohrid sabahına uyandık. Yola çıkmadan önce merkezden “bürek” yani börek ve ayran olduğu iddia edilen sıvı yoğurt aldık, biraz para bozdurduk sonunda. Otel Boban’a adını veren otel sahibimiz Boban bizi güzel jeepiyle aldı, yoldan bir arkadaşını daha aldı. Ne ayaksın Boban diyemedik. Bize Manastır’ın biraz dışındaki antik kenti gezdirip sonra da şehre bırakacaktı, akşam da Ohrid’e geri götürecekti. Bizi beklerken sıkılmamak için arkadaşını da getirmiş, ses etmedik. Özel şoförümüz ve muavinimizle 1,5 saatlik yolculuğumuz başladı. Yine daracık yollar, yeşiller, ormanlar büyük-küçük baş hayvanlar, nostaljide sınır tanımadı. O değil de Boban gerçekten kaçık çıktı. Önceleri bizim de sorularımızla Yugoslavya’dan, komünist rejimden, Makedonya’nın bağımsızlığından, Kosova’nın bağımsızlığından, Arnavutlara tanınan uçsuz bucaksız imtiyazlardan, Arnavutların Makedonya’daki entegrasyon probleminden, Yunanistan’a feda edilen topraklardan, Osmanlı’dan, Türklerin zamanla Makedonya’yı terk ettiğinden, Türklerin en iyi komşu en iyi arkadaş olduğundan, dinden, müzikten, Makedon erkeklerinin spor tercihlerinden (Futbol yerine tenise büyük merak olduğunu öğrendik.), Makedonların TV izleme alışkanlıklarından bahsederken bir anda yanındaki arkadaşına ağza alınmayacak küfürler ederek gülmeye başladı. Adam garibim Boban’ın deli olduğunu biliyor herhalde hiç sesini çıkarmadı. Adam gülüyor, biz gülüyoruz… Manasızlık var ortada, sinirler gevşedi iyice. Biz yine de neye bu kadar katıla katıla güldüğünü anlamaya çalışırken baklayı ağzından çıkardı. Bir tane film izlemiş bir önceki gece Sandra Bullock’un bir filmiymiş “The Heat”. Çok komikmiş, aklına geldikçe ona gülüyormuş.  Ne güldün be Boban, buna mı güldün? Açıklama gerçek üstü olunca bizim sinirler sizlere ömür. Adam filmi anlatmaya başladı bir yandan gülüyor, film komik değil ama adam komik. Filme gülüyormuş gibi yap pampa mantığıyla yol boyu güldük eğlendik. Arkadaşımla göz göze gelip ayrıca kopmalar yaşadık. Hayatımdaki en garip yolculuklara Balkan’larda imza attım sanırım. Sonunda Heraclea Antik Kentine geldik de kendimize gelebildik. Eşsiz mozaikler, vaftiz havuzları, tiyatro… Birçok kalıntının yer aldığı bu antik kent gerçekten güzeldi. Boban bize biraz tarih anlattı, İsa’dan önce, İsa’dan sonra ortaya karışık ciddi konulara girdi bir anda. Boban’daki geçişlerin sertliği bizi yine sersemletti. Birkaç fotoğraftan sonra Manastır merkeze geldik.
vaftiz havuzu

Renk renk mozaik
Genel görünüm

Sandaletleri hoşuma gitti...


İlk Hedefimiz Manastır Askeri İdadisi

Manastır’ı(Bitola’yı) sebebi ziyaretim aslında Atatürk’ün okulu Manastır Askeri İdadisi’ni ziyaret etmekti. Benim için hem tarihi hem manevi değeri büyüktü. Atatürk’ün bir dönem yaşadığı bu şehirde O’nun geçtiği sokaklardan yürümek, O’nu hayal etmek, O’nu hissetmek çok büyüleyiciydi. Askeri liseyi müze yapmışlar ve “Atatürk Anı Odası” oluşturmuşlar. İçerisinde Atatürk’ün üniforması, fotoğrafları, eşyaları, karnesi, derslerinden aldığı notlar vardı. Bunların dışında hiç bilmediğim bir hikâyeyi orada öğrendim. Bu bir aşk hikâyesiydi. Eleni ve Mustafa Kemal’in aşkı. İki genç birbirlerine aşık olmuşlar ancak kızın babası bu beraberliğe muhtemeldir ki siyasi ve dini sebeplerle razı olmamış, evlenmelerine izin vermemiş. Birtakım olaylardan sonra Mustafa Kemal aşkını kalbine gömüp şehirden ayrılmak zorunda kalmış. Eleni’yle bir daha hiç kavuşamamışlar. Eleni ise anlaşılan aşkını gömmeyi reddetmiş. (Düşünce balonu: Hayır M.Kemal’i unutmayacağım, hayır başka birini bulmayacağım, hayır onu kalbime gömmeyeceğim.) Eleni’nin Mustafa Kemal’e yazdığı mektup ise ölmeyen bir aşkın belgesi niteliğinde. Eleni aşkını kalbinde bir ömür yaşatmış ve hiç kimse ile evlenmemiş. Bu mektubu gözyaşları içerisinde okudum. Kadın romantizmi değildi gerçekten o cümleler kalbime saplandı diyebilirim. Siz de okuyun ne demek istediğimi anlayacaksınız. Kendimi biraz toparladıktan sonra odanın tamamını gezdim. Anı defterine bir şeyler yazmak için sıra beklerken bitmiş anı defterlerini karıştırdım. İnsanların düşüncelerini okudum. Yazımı bitirdikten sonra duygudan duyguya sürüklendiğim bu odaya son kez baktım ve karşı odadaki “Makedon Tarihi” bölümünü gezmeye başladım. Bu odada ise Makedonya’da Osmanlı’ya karşı ayaklanan “kahraman” komitacıların nasıl destan yazdığına dair bir hikâye vardı. Hayat ne kadar tuhaf diye düşünmekten kendimi alamadım. Her iki taraf da çok acılar çekmiş. Şimdi ise bir tarafta dönemin kahraman bir Osmanlı askerinin anı odası, bir tarafta dönemin kahraman komitacılarının anı odası yıllar sonra yeniden komşu olmuşlar. Madem herkes komşu, madem herkes kahraman, değdi mi şimdi o kadar acıya, gözyaşına, değdi mi Eleni’nin ömür boyu yalnız kaldığına?  
Okul

Okulun merdivenleri

Mustafa Kemal Atatürk Anı Odası

Karne

Anı Odası genel görünüm

Eleni'nin Mektubu

 
Temsili Makedon Komitacı

Geleneksel Makedon Evi
 
 
 

Bitola

Dilimde Atatürk’ün sevdiği şarkılardan “Manastırın ortasında var bir havuz, canım havuz, bu yurdun kızları hepsi de yavuz, biz delikanlıyız” dizeleri şehri gezmeye başladım. İki yanında evler, dükkanlar dizili dar bir yol Bitola’nın “çarşiya”sıydı. Cafelerin içinde hiç masa sandalye yoktu çünkü herkes dışarıda oturuyor, yoldan geçenleri seyrediyordu. Enteresan bakışlar eşliğinde çarşıda yürüdük, bir kiliseye gittik. Osmanlı’dan kalan birkaç yapıyı inceledik. Sonrasında nehrin öbür tarafında kalan eski Türk çarşısına gittik. Ankara’daki çıkrıkçılar yokuşunu anımsattı bana. Eski bir cami vardı, labirent gibi dar sokaklarda minik dükkanlar dizi diziydi. Kasap, şapkacı, hırdavatçı… Birbirinden alakasız iş kolları yan yana iç içe çarşıda hizmet veriyordu. Şirin ama bakımsızdı. Sanki bir restorasyona ihtiyaç var gibiydi. Bu bölgeyi de gezdikten sonra yemek yiyebileceğimiz bir yer bulmak umuduyla yeni çarşiya’ya doğru ilerledik. Ağaçlarda bir takım ilanlar dikkatimizi çekti. Üzerinde haç falan da vardı dini bir şey galiba dedik. Sonradan öğrendik ki bunlar ölüm ilanlarıymış. İki tip ilan vardı bir kısmı mavi çerçeveli bir kısmı siyah çerçeveliydi. Mavi olanlar gençleri, siyah olanlar da görece yaşlıların öldüğünü ifade ediyormuş. Bizde sala okunur şu kişi öldü diye, burada ilan basıp çarşıya sokağa ağaca asıyorlar. Enteresan geldi baya. Yemeğimizi geleneksel bir lokantada yedik ve ev yapımı Balkan şarabıyla bu sofrada tanıştık. Bir kadeh de Eleni Karinte ve tüm aşk gömmeyi reddedenler için içtik.
 
Saat kulesi

Çarşiya
 
Tahminimce Müslüman ve Hristiyan mahalleleri ayıran nehir...

Ölüm ilanları
 

Ohrid’e Dönüş

Boban ve arkadaşıyla kararlaştırdığımız saatte buluştuk. Her iki ekip de birbirine neler yaptığını anlattıktan sonra içimiz geçmiş yol boyu uyumuşuz. Uyandığımızda Boban’ın arkadaşı arabadan iniyordu. Ohrid’e gelmişiz bile. Nasıl yorulduysak… Otele geldik, delicesine yağmur yağıyordu. Odamıza çıktık, biraz dinlenelim de Ohrid’deki son gecemizi yaşamak üzere dışarı çıkalım dedik. 1-2 saat sonra yağmur çamur demeden dışarı çıktık. Bizim Türk arkadaşlarla buluştuk. Birbirimize günümüzü anlattık. Hepsinin ertesi gün Üsküp’e gideceğini öğrendik. Biz de sabahtan Ohrid’i gezip akşam Üsküp’e gidecektik. Üsküp için otobüs saati ve fiyatı bilgilerini birbirimizle paylaştık. Sonra da koyu ve eğlenceli bir sohbetin içinde kendimizi bulduk. Biraz da Ekim ayında Ohrid gölüne girip çıplak bir vaziyette bir kilisenin içine girip uyuyan bir vatandaşımızın dedikodusunu yaptık. Sohbetin en koyu yerinde cafenin kapanmasıyla kendimizi dışarıda bulduk. Saat on iki bile olmamıştı. Biraz da dışarıda gezinip Üsküp’te görüşmek umuduyla ayrıldık. Bizim için ertesi gün Ohrid günüydü. Sabah erkenden kalkıp o muhteşem göl kenarında yürüyüp tarihi kiliseleri gezecektik. Bakalım Ohrid’in bize ne gibi sürprizleri olacaktı? Üsküp otobüsüne yetişebilecek miydik? Üsküp’te otelimizi bulabilecek miydik? Ne maceralar ne maceralar arkası bölüm 4’te.

20 Nisan 2014 Pazar

Makedonya'ya Gitmek

Makedonya'ya Giderken Ekim 2013

Hızlı ve Öfkeli, araçtan çekilen fotoğraflar hep bulanık...

Ohrid’e gidiş yolu bulmak umduğumuzdan zor olduysa da Ohrid’e yolculuğumuz için artık hiçbir engel kalmamıştı. Beklenen an geldi, Bizi Ohrid’e götürecek şoför, muhteşem ekibimizin bekleştiği olay yerine intikal etti. Belirtmeliyim ki beklediğimize değdi. Şoförümüz tam bir profesyonel çıktı. Her şeyden önce İngilizce biliyordu. Çok karizmatikti. Kendisine hayran kaldık. Ayrıca tıpa tıp Fatih Terim’e benziyordu, hiç yabancılamadık onu. Bizden biriydi adeta. Şehirde kedimize otobüs bulmak için o kadar çok efor sarf ettik ki susuzluk ve açlıktan harap ve bitap düştük. Ne şehri içe sine gezebildik, ne bir yere oturup yemek yiyebildik, ne de tuvalete gidebildik. Yola çıkmadan yemek yemek istedik ama şoförümüz yemek yememize izin vermedi. Yolda mola vereceğini söyleyerek bizi apar topar araca bindirdi. Hiç itiraz etmedik bizim de ayaklarda derman kalmamıştı zaten. Sadece büfeden birer su bisküvi falan aldık. Bu arada atlamamamız gereken nokta: büfeci bizim meşhur 50 Euro’yu kabul etmeyince, centilmen arkadaşlarımız yine imdadımıza yetişti, suyumuzu, bisküvimizi eksik etmediler sağ olsunlar. Onca hengâmenin arasında Döviz bürosuna da uğramaya zamanımız olmamıştı ne yapalım.  



Ohrid Yolunda Pasaportla İmtihan
Yeşil Ülkeler
Araca bindik. Herkes çok mutluydu. Bisküvilerimizi yiyor, birbirimizi tanımaya çalışıyorduk. Şoförümüze sorular soruyorduk. En popüler sorulardan biri ne zaman yemek molası vereceğimizdi. Enteresan bir şekilde toparlanan grubumuzla baya iyi anlaştık, kaynaştık. Ne de olsa kader birliğimiz vardı artık. Yemyeşil, ormanlık daracık yollardan, köylerin kasabaların arasından geçiyorduk. Dereler, tren yolları, eski köprüler, büyük-küçük baş hayvanlar... Eski bir zaman diliminde yolculuk ediyorduk sanki. Rehavete kapılma durumundan, mola verdiğimiz bir yerde şoförümüz bizden pasaportlarımızı isteyince vazgeçtik. Hiçbirimiz bu yolculuğun gençlik gerilim filmine dönüşmesini istemiyorduk. Doktor duruma el koydu, pasaportlarla beraber giden şoförümüzün gölgesi oldu. Durumu anladık ki sınır geçişi için isimlerimizin resmi bir otobüs firmasının listesine eklenmesi gerekiyormuş. Kayıt işlemlerimiz bittikten sonra yola devam ettik. Aslan şoförden de boşuna şüphe duymuşuz. Hem şoför hem de doktor grubumuzun sorumluluğunu üstlenmeleriyle hepimizin takdirini kazandılar.  Bu arada doktor, yolun geri kalanına şoför mahallinde devam etti, yakışır.

Yemek Zamanı
Arnavut Çorbası
Araca bindiğimizden beri en az iki saat geçmişti ama hala yemek yememiştik. Bisküvi stoklarımız tükenmişti. Tamam, güven içindeydik, başımızın üzerinde bir çatı vardı, birbirimizi seviyorduk, sosyalleşmiştik, kendimizi de bir anlamda gerçekleştirmiştik ama karnımız açtı. Maslow bu halimizi görse ihtiyaçlar piramidini kaynatır yine de karnımızı doyururdu. Umutların tükendiği anda bir tesiste durduk. İki masa birleştirdik. Fatih Terim şoförümüzü de masamıza davet ettik. Arnavutça bilmiyorduk, haliyle garsonu zinhar anlayamıyorduk. Şoförümüz bize çevirmenlik yaptı. Ohrid’e az kalmıştı, kallavi bir şey yemek istemiyorduk. Birer çorba içelim dedik, yemeği Ohrid’de adam gibi yerdik. Çorba etli dedi Fatih Terim şoför, eyvallah dedik. Kendisine espresso ve enerji içeceği söyleyince şaşırdık. Bizi bırakıp geri dönecekmiş hiç durmadan. Yemek yemem ben dedi. Karizmasına karizma ekliyordu. Nasıl döneceksin onca yolu tekrar dedik, gece bastırıyordu. Ben profesyonelim dedi. Gerçekten de öyleydi, adam haklı beyler!  Çorba dedik, Gulaj tarzı sulu et yemeği geldi. Hepimiz çok sevindik, bir solukta yedik yemeğimizi. Koca tabak et yemeğinin fiyatı 2 Euro’ymuş, fiyat-performans süper ötesi. Biz yine bizim elliliği bozduramadık dağ başındayız tabi. Centilmen arkadaşlarımız biz bir şey söylemeden bizim için ödemeyi yaptılar. Sayelerinde Arnavutluk sınırları içerisinde elimizi cebimize atmadık. Bunlar hep dostluk, insanlık işte.
Makedonya’ya Hoş Geldik
Ekip sınırda bekliyor...
Yemekten bir buçuk saat kadar sonra sınır kapısına vardık. Sınırda gereğinden fazla bekledik. Biz sınır hatırası fotoğrafımızı çekmekle meşgulken meğerse memurlar biraz rüşvet istemişler, şoförümüz ise direnmiş ve onları ikna etmiş. Makedonya’ya ulaştığımıza sevinsem de bu muhteşem maceralı yolcuğun sona ermesinin ve şoförümüzden ayrılacak olmanın hüznünü hissetmedim değil. Şoförümüz bizi otellerimize elleriyle yerleştirdi. İlk beni ve arkadaşımı bıraktı. Valizlerimizi indirirken kendisine içten teşekkürlerimizi ilettik. Bu arada diğer arkadaşlarla akşam görüşmek üzere iletişim bilgilerimizi paylaştık. Şoförümüzü ve arkadaşlarımızı uğurladıktan sonra arkadaşımla otel sahibemiz ve eşi Boban’ın misafirperverliğine kendimizi teslim ettik. Tiran’dan geriye ne kaldı derseniz şoförümüz ve muhteşem ekibimizle tanışmış olmak tüm Tiran’a değdi. Şimdi sıra Makedonya’nın fethindeydi.
İki sınır arasında, iki bayrak dalgasında...
Villa Boban
Geleneksel Makedon dekorasyonu modernizmle birleşmiş
Otelimiz iki katlı müstakil bir villaydı. Evin üst katındaki 4 oda misafirler için ayrılmış ve geleneksel Makedonya sitilinde döşenmişti. Alt katında ise otel sahipleri yaşıyordu. Otel sahibemiz bize harita verdi, kenti tanıttı. Çarşı, yani “çarşiya” ne tarafa düşer, nerde ne yenir. Sonra eşi Boban geldi ve bize reddemeyeceğimiz bir teklif yaptı. Sabah bizi 4x4 jeepiyle özellikle benim çok gitmek istediğim Bitola’ya (eski adıyla Manastır) makul bir ücret karşılığında götürebileceğini söyledi. Bitola’ya gitmek zaten plan dahilindeydi. Ama yine otobüs bulma merasimi yaşamaktan korktuğumuz için parası neyse veririz dedik ve Boban’ın teklifini kabul ettik, sabah görüşmek üzere sözleştik. Ohrid’i gezemeden Bitola’ya gidecek olmanın verdiği bir tedirginlik oluşsa da gezme sırası mühim değil, nasıl olsa her iki şehri de göreceğiz diyerek içimizi rahatlattık.
Osmanlı’dan Kalma Bir Aile
Kiril alfabesiyle ilk tanışma, haritalar kifayetsiz...
Üstümüzü değiştirdikten sonra şehri gezmek üzere yola koyulduk. Hangi kafayla otel ayarladık bilmiyorum ama şehir merkezine hayli uzaktı. Siz siz olun şehir merkezinde bir yer ayarlayın. Hal böyle olunca biz de merkeze giderken kaybolmayı ihmal etmedik. Issız ve soğuk sokakta birbirimize çaresizlik içinde bakarken duyduğumuz bir çocuk sesi bize umut verdi. “Anneeeee”. Sese doğru ilerledik. Makedonya’da kalmış Türk bir ailenin evinin önüne gelmişiz. Bir teyzeyle torununu karşımızda görünce çok sevindik. Teyze de bizi gördüğüne çok sevindi, bizi bağrına bastı. O tatlı Balkan şivesiyle çay ikram etmek istedi, yemek yedirmek istedi. Hayli ilgilendi bizimle. O soğuk sokak birden sıcacık olmuştu. Vaktimiz kısıtlı olduğu için tekliflerini kabul edemedik. O bize “çarşiya” ya giden yolu gösterdi, biz de ona teşekkür ettik. “Yok bir şey, yok bir şey” (rica ederim anlamında)diyerek bizi uğurladı. Çarşının içinden geçtik, o güzelim göl kenarına yürüdük.  Göl kenarında çok güzel lokantalar, müzikli mekanlar vardı. Biraz gezip bir mekana oturalım diye düşündük. Yürüyüşü tamamlayıp geri döndüğümüzde bir de ne görelim bizim ekip toplanmış bile. Hep beraber şehirdeki diğer Türk turistler gibi canlı Balkan müziği yapan bir mekana oturduk.     
 Eski Dostlarla Unutulmaz Makedonya Gecesi
Göl kenarında bir mekan...
Her şey o kadar gerçek üstüydü ki bizim için, bir garip sarhoşluk hali vardı üzerimizde. İnceden buzuki, akordeon, gitar, keman dinletisi de başladı. Müzik ve bir örnek kıyafetleriyle müzisyenler çok etkileyiciydi. İşte Balkanlar böyle bir şeydi. Derken güzel bir jest de müzik ekibinden geldi.. Masamıza gelip “eski dostlar” şarkısını çalıp Türkçe söylediler. Yine mi güzeliz yine mi çiçek modu peşimizi bırakmıyordu. Yemekten sonra paylaşmak hayaliyle söylediğimiz bir porsiyon baklava ve bir porsiyon tulumba da bizi oldukça şaşırttı. Devasa bir adet baklava ve devasa bir adet tulumba hiç görmemiştik hayatımızda. Tatlıları kişi başı pay ettik ve birer lokma tadına baktık. Gecenin sonuna gelmiştik. “Eski dostlarımızla” vedalaştık. Git git bitmeyen otelimizin yolunu tuttuk. Bir sonraki gün Bitola/Manastır’a gidecek olmanın verdiği gazla oteli bulduk. Bakalım Manastır nasıl geçecekti, Boban’ın rehberliği nasıl olacaktı? Arkası Bölüm 3 ‘te.
Bir porsiyon tatlı anlayışı... 
Mekandan bir kare...