Atina'daki son dakikalarımdı. Otogara gitmek için otelden beni almaya gelen taksici çok kalender bir abiydi. 2 çeşit otobüs kalkış yeri varmış. Beni doğru yere götürmeye ant içti. Elimdeki otobüs zaman çizelgesini inceledi. Artık her şey kontrol altındaydı. En kısa ve en güvenli yoldan otogara attı beni. Tüm Balkanlarda olduğu gibi otogar çok sefildi, 90’ları yaşıyordu. Selanik otobüsünün kalkmasını
beklerken Yunanca dublajlı Karadayı dizisi izledim. Artık anladığım kadar anlamadığım Kenan İmirzalioğluydu... İçeride sigara içilmesine ifrit olsam da diziye epey sarmıştım. Tabi ki ihtiyatlı bir insan olarak yarım saat önce gelmiştim. Sonunda saatler 00:30'u vurmuştu. Otogar 90'ları yaşasa da biletçi abla 80'lerden öteye gidememişti. Yine de hakikatli kadınmış. Bana özel ihtimam gösterdi, otobüs geldi haydi küçük hanım iyi yolculuklar diyerek beni uğurladı. Otobüste uyurum diye hesap
ediyordum ama yan koltuktaki kimya mühendisliği öğrencisiyle acayip muhabbet ettik. Az daha cv'ni ver de Tüpraş'a gönderelim diyecektim, kendimi tuttum. Külüstür otobüsümüzün rockçı şoförünün anonslarını asla anlamıyordum. Sağ olsun arkadaşım hemen bana simültane çeviri yaparak bu acizliğimi giderdi. Sadece bir mola verdik. Selanik turizm dinlenme tesisleri diye bir oluşum yoktu ama en azından tuvalete 1 TL kesen haraççılar da yoktu. Öyleydi böyleydi derken sabah 6 gibi
Selanik’teydim.
Selanik
Sabahın karanlığında Almanya'ya gelmiş Türk gibi kaldım sokaklarda. Otobüsten inen yolcular çil yavrusu gibi dağıldı birden. Arkadaşım da bir önceki durakta inmişti. Şaşkın şaşkın etrafıma bakınırken tost, börek satan büfeler gözüme çarptı. Güler yüzlü hoş ablalar tostçuların kapılarında durmuş aman efendim günaydın, buyurun gelin bir çayımızı için gibi bir şeyler diyordu. Davete icap ettim. Tam olarak aklımda bir şey yoktu. En kötü yol sorarım dediğimi hatırlıyorum sanki. İçlerinden en sempatik ablanın durduğu tostçuyu seçtim. Hello dedim kafalar bana çevrildi. Kasadaki ak sakallı amca bana yardımcı oldu. Otelimi sordum, hemen bildi. 5 trafik ışığı aşağıda, 10 dakikada yürürsün dedi. Ben ise yanımda pasaportum akıllı telefonum ve bir miktar Euro'mla bu karanlıkta yürümekten yana değildim. Bu düşüncemi amcaya açamadım. Biraz vakit kazanmak ve yürüme meselesini amcaya unutturmak için ben kahvaltı yapayım dedim adama. Hayhay dedi. Nerden geldin nereye gittin diye muhabbet ederken İstanbul’dan geldiğim ifşa oldu. "O zaman sana limonlu çay getireyim
komşu” demez mi amcam. Pek duygulandım. Limonlu çay eşliğinde peynirli böreğimi afiyetle yedim. Bir süre geçti ancak hava
aydınlanmadı. Yürümek yemedi. Biraz daha oyalandım oturdum ancak hava aydınlanmadı. Yürümek yemedi. Artık çareler tükenmişti. Amcayla vedalaştım. Amca hiç unutmamış ya! 10 dk aşağıya yürü demez mi tam çıkarken. Tamam dedim napayım yaşlı adamın gönlünü mü kırayım. Biraz gider gibi yaptım köşeden taksiye bindim otele vardım. Beş kardeşin beşi bir değil tabi. Resepsiyondaki adam beni görünce hiç sevinmedi. Sabah 7’de check-in
yapabileceğim bir dünyada yaşamıyordum. Adam gayet nemrut boş odam yok dedi. Birileri ona hizmet sektörünün inceliklerinden söz etmeliydi. Bu kişi ben değildim tabi ki. Neyse ki tuvalete girmeme izin verdi ve valizimi bırakmama da izin verdi. Deniz kenarına nasıl inileceğini de tarif etti. Harita da verdi. Acaba çok da kötü biri değil miydi? Neyse...
Valizi bırakıp sokaklara attım kendimi. 5 dakika sonra limandaydım. Sabah yürüyüşü çok iyi
gelmişti. Balık tutan bir iki amcayı selamlayarak uzaklarda görünen kuleye doğru kordon boyu yürüdüm,
İzmir misali. Deniz çok sakindi, güneş ise henüz bulutların arasından yüzünü göstermemişti. Beyaz Kule’nin kapısı açıktı. Belli ki tarihi bir yerdi. Kapının önünde 2 adam 3 tane de kadın vardı. Dedim kadınlara sorayım burası neymiş. Kadınlar dedikoduya dalmışlardı beni pek sallamadılar. Ben de adamlara sardım. Kule Selanik'in simgelerinden biriymiş: Beyaz Kule. Kuleyi müzeye dönüştürmüşler. Gezmek istedim ancak
8’de açıldığı için biraz beklemek gerekti. Beklerken adamlarla sohbet ettim. İstanbul deyince içlerinden biri kulenin içine doğru seslendi: Kostassss!!!!
Kostas’ın ailesi Türkiye’den Selanik'e gelmiş mübadele sırasında. Türkçe birkaç kelime
biliyordu, konuştuk ama benim anlamam çok zor oldu. Çünkü Kostas mübadele
zamanlarındaki Türkçe’yi konuşuyordu. Büyük Selanik yangınına od, dayak atmaya
kötek diyordu. Yarı İngilizce yarı Türkçe anlaştık bir şekilde. Hoş bir muhabbetti. 3 görevli bir de ben 4 kişilik ekibimizle bolca geyik muhabbeti yaptığımızı itiraf edeyim. O kadar makara yaptık ki bu durum bana ilk başta pas vermeyen 3 kadının da ilgisini çekti. Makara ekibimiz giderek büyüdü.
Kostas dahil kulede 6 - 7 görevli saydım. Ne yapıyorsunuz burada dedim. Önceleri tren istasyonunda görevlilermiş. Biri kondüktör, biri makas değiştiren görevli ve benzeri. O işyerini devlet tasfiye ettikten sonra, memurları değişik görevlere yerleştirmiş. Bunların bahtına da kulede müzeci olmak düşmüş. Saat 8 olunca Kostas bana Kule’yi
gezdirdi, tarihini anlattı. Kulenin tepesinden Selanik’e baktık. Bana tüm şehri
gezebileceğim tur otobüslerinin yerini tarif etti. Yemek yiyebileceğim birkaç
lokanta önerdi. İkimiz de uzun zamandır görmediğimiz bir akrabamızla konuşur
gibiydik. Ayrılmak da biraz yürek burktu.
Kostas'ın tarif ettiği ring tur otobüsüyle turistik şehir haritasındaki tüm
noktaları gezdim. En sona en merak ettiğimi bıraktım: Atatürk’ün Evi. Atatürk'ün Evi'ne girmek için zile bastım, kapıyı tıklattım. Kulağımı kapıya dayadım. Ne bir ses ne de açık olduğuna dair bir belirti vardı. Tam ne yapacağımı bilmez bir şekilde kapıda dikilirken kapı açılıverdi birden. Gençten bir adam açtı kapıyı. Oldum olası kapıları açamam zaten. Merhaba dedim merhaba dedi. Sonra yerine geçti. Biri daha vardı. Nizamiye gibi mi desem gişe gibi m, desem öyle bir yerde takılıyorlardı. Sonradan konuştuk, yurt dışı görevine gelmiş iki emniyet mensubuymuş kendileri. Bilet almaya yeltendim, Türklere bilet yokmuş. Eyvallah dedim girdim içeri.
“Atatürk
Selanik’te iki katlı pembe bir evde doğdu…” Bu cümleyi tüm okul hayatım boyunca
duymuştum. Müze de aynı böyle anlattıkları gibi pembe bir evin içine
kurgulanmıştı. Girişte temsili mutfak temsili oturma odası vb. vardı. Bir üst
katı ve zemin katı da Atatürk’ü anmak, anlatmak için yazılarla ve fotoğraflarla
dekore etmişler. Hayatımda gördüğüm en kötü, en içi boş müzeydi. Hiç bu kadar
hayal kırıklığına uğrayacağımı düşünmemiştim. Bir tarih ders kitabını almışlar
da sayfalarını duvarlara asmışlar gibiydi. Ne bir katkı ne bir yorum, ne bir
duygu, ne de bir estetik...
Derin düşüncelerle bu sefer çıkış için yeniden müzenin kapısındaydım. Sordum bizim emniyetçilere nerede yemek yenir diye. Kayda değer bir bilgi alamadım kendilerinden. Onlar da şehir de yeniymiş. Çıktım kapıdan yan sokakta bir cafeye oturdum. İçeri girmemle deliler gibi yağmur yağmaya başladı. Atina’dan Selanik’e geçişte büyük bir değişim oldu. Sanki
Selanik yabancı dil konuşan bir Türkiye ili gibiydi. Menülere Türkçe seçenek
eklendi. İnsanlar daha samimiydi. Yağmur devam ediyordu. Salamura uskumru yedim, bira içtim tabi ki. Kitap okudum yazı yazdım.
Yağmur devam ediyordu. Bir kilisede düğüne katılacak iki teyzenin takı ve aksesuar seçmesine yardımcı
oldum. Yağmur devam ediyordu. Kıçım sandalyenin şeklini alınca ben de aksiyona geçtim. Yağmuru göze alarak kalktım masamdan. Otelin yolunu tuttum. Biraz uyudum. Aslında birazdan daha fazla uyudum. Ne de olsa gece hiç uyumamıştım ve sabah 6 dan beri dışardaydım. Dilendikten sonra yeniden açıktım insanlık hali bu ya. Otel odamda hiç atıştırmalık yoktu. Mecbur dışarı çıkacaktım. Hazırlandım resepsiyondan yemek yenecek yerlerin tarifini aldım. Akıllara gelen bir takım sorular olabilir. Evet bu devirde hiç foursquare kullanmadım. Yerel halkla iletişime geçmeyi daha çok seviyorum. Otelci adam beni buzuki - uzo birlikteliğine doğru uğurladı. İlahi bir güç geldi bana sanırım. Yolları hiç şaşırmadım. Dosdoğru balık pazarı stili bir yerlere geldim. Müzik güzeldi, bir buzuki bir gitar dünyaya bedel. Kalamar ızgara söyledim kürek gibi hayvanı pişirip koymuşlar önüme. Böyle şeylere takılmam ama sevemedim kara gözlüm. Cacıkiyle uzoyu yuvarladıktan sonra yeni diyarlara yelken açtım. Gençliğin takıldığı canlı müzik mekanları buldum dolaşırken. En güzel rock müzikli yere çöreklendim hemen. Müzik gerçekten şahaneydi. 2 birayla da cila çektim. Eşsiz bir geceydi. Ben ve içimdeki çocuklar çok eğlendik. Yine olsa yine yaparız değil mi kızlar? :=) Biraz
yerel, biraz evrensel bu akşamı güzel bir uyku tamamladım.
Selanik’te ikinci sabah: yine bulutlu bir güne uyandım. Daha
fazla yağmur yemenin bir anlamı yoktu. Önceden değerlendirdiğim dönüş yolu
seçenekleri dahilinde Rodos’a gitmek üzere uçak bileti aldım internetten. Sıcak denizlere
inmeliydim. Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe vb. Edirne yapsam yağmur ve soğuktan
telef olabilirdim. Diğer seçenek feribotla başka meşhur adalara (Mykanos,
Santorini vb.) gitmekti. Ancak anladım ki bu adalara feribotla gitmek için
Atina’dan hareket etmek gerekiyor. Çok popüler olmaları, görece daha pahalı
olmaları ve zaten oralara gitmek için yeniden Atina’ya dönmek zorunda olmam
gibi nedenlerle Rodos’u tercih ettim. Aslında aklımda adını vermek istemediğim başka bir ada daha vardı
ama oraya bir dahaki sefere giderim artık. Tatilimin Selanik’ten sonrasındaki
kısmını planlamış olmanın verdiği mutlulukla Selanik’teki son günümü yaşamaya
başladım.
Yolda yürürken bir önceki gün tur otobüsünde beraber
gezdiğimiz İtalyan aile ile karşılaştım. Bana kahve ısmarladılar. Biraz ekonomi ve biraz da ev dekorasyonu üzerine sohbet ettik. Beni İtalya'daki evlerine davet ettiler. Gelirim dedim. Daha sonra Facebook'tan da eklemek üzere bana adlarını sanların yazıp verdiler. İtalyanlardan ayrıldıktan sonra balık pazarını (gerçek anlamda hal gibi bir yer) gezdim. Sokaklarda
dolaştım. Bu sefer öğle yemeğinde piknik yapmaya karar verdim. Markete uğradım.
Meze reyonundan kaya koruğu, sarma, biberli bir şeyler, zeytin, peynir aldım.
Bir de minik şarap. Hava yavaştan açtı. Güneş güzel yüzünü gösterdi. Gittim
limana, soframı kurdum. Denize karşı keyif yaptım. Azıcık güneş mayıştırdı
beni. Yemekten sonra öyle güzel bir uyku çekmişim ki sormayın. Bünyem huzurla
doldu. Uyku sonrasında limandaki modern fotoğraf sergisi dikkatimi çekti. Çok
sevimli bir müzeydi. Müzede benim gibi bir gezginle tanıştım. Günün geri
kalanını beraber geçirdik. Akşama kadar dolaştıktan sonra akşam yemeğini
önceden tespit ettiğim pasajın içerisindeki çok tatlı bir lokantada yedik. Bir
de Selanik’in meşhur beyaz şarabı Retsina söyledik. Ohh miss. Yemek şahaneydi.
Yemekten sonra olaylara karıştıkJ Baktık eylem var. No pasaran, no faşista! Serbest kürsü
de var. Herkes bir şeyler söylüyor. Pankartlar, sloganlar… Polisler her köşe
başında. Selanik’te eylemlere katılmak çok eğlenceliydi. Huzur üstü deşarj da
oldum. Polis vardı ama şiddeti yoktu. En güzeli.
Selanikte 3. sabah: limanda dövme festivali vardı. Pek de heveslenmiştim. Sabah 10 gibi gezgin arkadaşımla yeniden buluştuk. Koşa koşa limana gittik. Ancak festival 2 gibi başlayacakmış. Hevesim kursağımda kaldı. Uçağa yetişmek zorunda olduğum için buna katılamadım. Gezgin arkadaşım beni
yolcu etti. Rodos’a gitmek üzere hava alanına doğru yola çıktım.
Rodos
Rodos uçağında hostesle aramda ufak bir komedya yaşandı.
Kadın bir şey söylüyor ben duyamıyorum. 3 kere tekrarlattım. Anlamamam çok
normal, kadın Yunanca soruyormuş. Neyse ki yanımdaki genç Yunan subayı olaya el
koydu. Konuyu tatlıya bağladık, hostesten kahvelerimizi aldık. Kahvelerimizi
yudumlarken öğrendim ki Yunan subayı aslen Karamanlıymış. Türkçe sayı saymayı
da biliyor:1,2,3. Yol boyu Türk-Yunan ilişkilerine katkıda bulunduk. Keyifli
yolculuk sonunda Rodos macerası başladı.
Akşam üzeri Rodos’taydım. Spontanlık bu ya Rodos’a
gelirken kalacak yer ayarlamadım. Rodos merkezde esnafa sordum, ağalar nerede
kalabilirim diye. Bu sefer plansızlığın dibine vurmuştum gerçekten. Adını
hatırlamadığım çok güzel bir otelde yer buldum ve hemen akşam için hazırlıklara
başladım. Hava sıcaktı, yağmur yoktu. Her şey tam istediğim gibiydi. Rodos’ta
inceden bir Bodrum havası da yok değildi. Resepsiyondaki Tunuslu arkadaş bana
çok yardımcı oldu. Onun tarif ettiği lokantalarda yer bulamayınca Antique restauranta oturdum. Canlı müzik vardı. Dede ve iki torunu grup kurmuşlar. Dede şarkı
(rebetiko) söylüyor, torunlardan biri gitar, diğeri buzuki çalıyordu. Lokantaya
gelişimle müzikler şenlendi. Yandaki İngiliz grup danslarla coştu. Benimle
Zerrin Hanım ilgilendi. Pizzamı, şarabımı eksik etmedi sağ olsun. Müzisyenler
sıradaki şarkıyı benim için çalacaklarını söylediklerinde çok etkilendim.
Çadırımın üstüne şıp dedi damladı, Allah canımı almadı almadı… J Çok ama çok
keyifli bir akşam yemeği oldu. Yemekten sonra adada gezindim. Kumarhanenin
önünden geçip deniz kıyısına indim. Şövalyelerin şehrine (old city) gittim. Gezintinin
ardından tatlı bir yorgunlukla güzel otelimde uykuya teslim oldum.
Rodos’ta uyanmak harika bir duyguydu. Güneş, güneş, güneş
en sevdiğimJ İlk işim kahvaltıdan sonra otel odamın balkonundan gördüğüm H&M'i gezmek oldu. Kadın aklı işte. Hiç alışveriş yapmadım gerçekten. Kendimi bir kez daha ayakta alkışlıyorum. Çıkışta adayı bir
de gündüz gözüyle dolaşıp hemen old citye doğru yola koyuldum. Elimde harita,
daracık sokaklarda taş evlerin içerisinde saatlerce gezdim, gezdim. Cami,
kütüphane, klise, kule, surlar, taş sokaklar… Her şey büyüleyiciydi. Bir ara frappe içtiğimi hatırlar gibiyim. O da iyiydi. Magnetlere zeytinyağlı sabunlara bakınırken Türk bir rehberle tanıştım. Mehmet Bey. Mehmet Bey ekibini kumarhaneden çıkaramamış, almış fotoğraf makinesini gelmiş old citye. Neyse ki ben tarih sever olarak kendisine çekirgelik yaptım. Gezinin geri kalan kısmı Mehmet Bey’in
anlatımıyla geçti. Sokaklar daha da bir anlamlandı. Tarihini dinleyince gezi tamamlandı. Old city o kadar hoşuma gitti ki canım denize girmek bile
istemedi. Aslında bir gün daha kalsam Lindos’a gidebilirdim veya tekne turu
yapabilirdim. YapmadıJ
Akşam yemeği de bir önceki gece kapısındaki kuyrukta
beklemek istemeğim TAMAM restaurantta yemeye karar verdim. O kuyruğu bekledim.
O şahane yemeği yedim. O enfes mastikayı da içtim. TAMAM bir aile işletmesi.
Anne baba ve 2 kız minik lokantayı işletiyorlar. Onlar da Çeşme’den Rodos’a
gelmişler mübadeleyle. İnsana aile yemeği yiyormuş hissi veriyorlar resmen. Bu
kadar içtenlik sıcaklık göreceğimi beklemiyordum. Yemeklerin hepsi de
birbirinden lezizdi. O kadar mutlu ayrıldım ki o lokantadan anlatamam. İki akşam yemeğim de birbirinden güzeldi.
Kos
Sabah Kos’a geçmek üzere feribota bindim. Adım adım Türkiye’ye yaklaşıyordum. Rodos-Kos arası 3
saat sürüyormuş. Feribotta İngiliz bir dedenin yanına oturdum. Yol boyu
plazmada dönen Yunanistan belgeselini izleyip geyik yaptık. Güle güle Kos’a
geldim resmen. Valizlerimi emanete bırakıp başladım adanın altını üstüne
getirmeye. Zaten minik bir yer. Bodrum’a da benziyor. Bence pek esprisi yok. Yine
de marketten bol bol şarap, mastika votka almak on numaraydı. Ona bir sözüm
yok. Son yemeğimi yediğim yerde Fransız bir arkadaş edindim. Hala
mailleşiyoruz. O da güzel bir kazanım oldu.
Artık dönüş vakti gelmişti. Bodrum biletimi aldım ve bir günlük Kos
gezime ve aslında bir haftalık Yunanistan gezime son noktayı koydum ya da
virgülü.
Şimdi fotoğraflar: